4 Temmuz 1999, Pazar
Güncel
Dünyadan
Ekonomi
Kültür
Spor
Yazarlar
Arşiv
Medya

Text Only
Temel Harfler


Aktüel

Nuh Gönültaş
Mutlu olmak istiyorsanız Dr. Carlson'a kulak verin...
Bugüne kadar bu tarz kitaplardan çok okudum. "İçindeki Devi Uyandır", "Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı" gibi... Ama her defasında bu tür kitaplardan görmeyi umduğum faydanın aksine bir durumla karşılaştım.

Her okuduğumda umuyordum ki, içinde bulunduğum atalet, sıkıntılı ruh hali, çabuk sinirlenme, sabırsızlık gibi halet-i ruhiyelerden kurtulmayı ümit ettiğim halde kitabın son yaprağını okuduğumda kendimi daha karamsar, daha atıl, daha sinirli hissettiğimi hatırlıyorum. Oysa bu tür kitaplar okuyanın hayatını değiştirmeyi hedefliyordu ve reklamlarında "Bir kitap okudum hayatım değişti" diyen okuyucular çoğunluktaydı. Bu tür kitapları okuyunca gerçekten hayatım değişiyordu, ama umduğumun aksine, daha da kötüye doğru bir gidiş seziyordum.

Fakat geçenlerde okuduğum Richard Carlson'un "Huzurlu olmak istiyorsanız ufak şeyleri dert etmeyin. Hepsi de ufak şeylerdir" adlı kitabı bende beklediğim etkiyi yaptı diyebilirim. Doğrusu hayatımı psikologlar tarafından yazılan bu tarz kitapları okuyarak yönlendirenlerden değilim ama, bu kitap nedense sardı beni. Doktorun tavsiyelerine uyuyorum ve gerçekten bu tavsiyelere uymanın büyük yararlarını görüyorum.

Mesela, çok sevdiğim bana çok büyük yardımları dokunan bir arkadaşım ile hiç de önemli olmayan bir sebep yüzünden aramıza "kara kedi" girmişti. Ne o beni ne de ben onu arıyordum. Öyle sanıyorum ki, her ikimiz de "Önce o arasın" diye düşünüyordu. Dr. Carlson'un "Bırakın çoğu zaman başkaları haklı olsun, bu sizin haksız olduğunuzu göstermez." sözleri üzerine harekete geçtim. Dr. "Haklı mı olmak istersiniz, mutlu mu?" diye soruyor ve "çoğu zaman her ikisinin aynı anda mümkün olmayacağını" ifade ediyordu. Ben mutluluğu tercih ettim: "Haklı olmak ve iddialarımızı savunmak, hem muazzam miktarda zihinsel enerji tüketir hem de yaşamınızdaki insanlarla aranızda mesafe oluşturur. Haklı çıkma ihtiyacı ya da başkasının hatalı olduğunu kanıtlama arzusu çevrenizdeki insanları sürekli savunmada olmaya yönelteceği gibi sizi de baskı altında tutar..."

Arkadaşımı aradım ve onu yemeğe davet ettim. Hemen kabul etti ve kendisinin de aslında beni aramak istediğini fakat bir türlü bunu başaramadığını söylüyordu. Geldi ve her ikimiz de birbirimize "problemimiz neydi" diye sorduk. Küsmek, darılmak, görüşmemek için geçerli bir nedenimiz yoktu. Yeniden görüşmek için randevulaştık. Onun bundan haberi yok ama ben Dr. Carlson'a bana böyle bir öğüt verdiği için teşekkür ettim. Çünkü çok sevdiğim arkadaşıma yeniden kavuşmam için ilk adımı atmam gerektiğini o öğütlemişti bana...

Günlük hayatımda özellikle evde canımı sıkan olaylardan birisini meğer Dr. Carlson da kendi hayatında yaşamış ve kendince can sıkıntısına yol açmayacak bir keşifte bulunmuş: "Sabrın güzelliğini keşfettim." "Eşim Kris ile dört ve yedi yaşlarında iki çocuğumuz var. Ben bu kitabı yazarken dört yaşımdaki kızımız defalarca odama girip çalışmamı bölmüştür. Bu kesinti bir yazar için çok tatsız bir durumdur. Buna karşı öğrendiğim ve çoğu zaman uyguladığım şey, kızımın davranışındaki masumiyeti görüp, işimi bölmesinin meydana getireceği sonuçların üzerinde durmamaktır. (İşimi bitiremiyorum, kafamda oluşturduğum fikirler uçuyor, bugün çalışmak için tek fırsatım buydu...) Bunun yerine kızımın neden beni görmeye geldiğini kendime hatırlatırım: Yanıma gelmesinin nedeni çalışmamı bozmak değil, bana olan sevgisidir. Bu iyi niyeti hatırlayınca da içimde hemen bir sabır oluşarak dikkatimin o ana dönmesini sağlar. Alev almaya hazır öfke kıvılcımları derhal söner ve bir kez daha böyle güzel çocuklarım olduğu için ne kadar talihli olduğumu kendime hatırlatırım."

Kitabın üzerimde bıraktığı etki ne kadar sürer, Dr. Carlson'un tavsiyelerini ne zamana kadar yerine getirebilirim bundan emin değilim ama "mutluluğu haklılığa tercih" ettiğim müddetçe kendimi galiba daha huzurlu hissedeceğim.

Aslında Dr. Carlson'un size önerilerini okuduğunuzda sizi huzura yönlendirecek telkinlere hiç de yabancı olmadığınızı da keşfedeceksiniz. Paulo Coelho'nun "Simyacı" ya da "Beşinci Dağ" adlı kitaplarını okuyunca "Bunlar bize yabancı değil" dediğiniz gibi Carlson'un da aslında bildiğimiz, fakat uygulamadığımız şeyleri söylediğini göreceksiniz. Hatta kitabın her bölümünün başına siz de anlatılan konuyla ilgili bir hadis, ayet ya da bir İslam aliminin sözlerini yazabilirsiniz. Kitabın sonuna gelip "Bugünü son gününüzmüş gibi yaşayın, öyle olabilir!" cümlesini okuduğunuzda "Aslında burada yazılan her şey ne kadar da tanıdık" diyebilirsiniz: "İç dünyanız için zaman ayırın", "Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın", "Hayatı olduğu gibi kabul edin", "Yüreğinizin sezgisine güvenin", "Kendinize hep şu soruyu sorun: Gerçekten önemli olan nedir?", "Sık sık 'Bu da geçer' deyin", "Kendinizi iyi hissettiğiniz zaman şükredin, kötü hissettiğiniz zaman ılımlı olun", "Eleştirme isteğinizi bastırın", "Gördüğümüz her şeyde Allah'ın parmak izi vardır. Bir şeydeki güzelliği göremememiz, o güzelliğin olmadığı anlamına gelmez. Sadece biz yeterince göremiyoruzdur veya bakış açımız yeterince geniş değildir."

Bu kitap tam bana göre...


Devran

Fikret Ertan
Rusya'nın Kosova'daki rolü
Rusya Kosova'daki askeri gücünü gittikçe takviye etmeye devam ediyor. 12 haziran günü sürpriz bir manevra ile NATO'dan önce Kosova'ya giren ve Priştina Havaalanı'nı ele geçiren 200 kişilik paraşütçü birliği geçen hafta sonu aynı hava alanına hava yoluyla intikal eden 39 paraşütçü, mühendis ve teknisyenden oluşan bir başka birlikle kısmen takviye edilmişti.Şimdi ise bu birlik hem hava yolu hem de deniz yoluyla daha da takviye edilmeye çalışılıyor.

Rusya havadan takviye için Romanya ile görüşmelere devam ederken son haberlerden anlaşıldığı kadarıyla deniz yolundan takviye dün başlamış bulunuyor.

AFP'nin Moskova kaynaklı 2 Temmuz günlü haberine göre, bu yazıyı yazdığımız cumartesi günü asker, teçhizat ve lojistik destekten oluşan bir Rus askeri gücü 3 gemiyle Kırım'ın Akyar (Sivastopol) deniz üssünden Boğazlar'dan geçerek Kosova'ya ulaşmak üzere hareket edecekti. Aynı haberde ayrıca 300 kadar paraşütçü sayısı belirtilmeyen başka gemilerle bir başka limandan 7 temmuz günü yine Kosova'ya doğru yol almaya başlayacaktı.

Haber doğruysa bu gemiler bir-iki gün içinde Boğazlar'dan geçip yaklaşık 7 gün içinde Kosova'ya ulaşmış olacaklar ve böylece Rusya Kosova'da hatırı sayılır bir güce kavuşma yolunda oldukça iyi bir mesafe almış olacak.

Malum, 18 haziran günü Helsinki'de Amerika ile Rusya arasında varılan anlaşmayla Kosova'da 3.600 askerden oluşacak bir Rus birliğinin bulunması, bu birliğin 2 taburunun Kosova'nın güneydoğusundaki Amerikan bölgesinde, diğer 2 taburun kuzeydeki Fransız bölgesinde ve bir taburun da güneybatıdaki Alman bölgesinde konuşlandırılması kabul edilmiş, diğer askeri ayrıntıların Brüksel'de yapılacak ortak komisyon toplantısında belirlenmesi kararlaştırılmıştı.

Ne var ki, alınan son haberlerden bu komisyonun son derece önemli operasyonel ve komuta-kontrol konularında henüz bir anlaşmaya varamadığı, Kosova'daki Rus birliğinin muhtemel rolünü netleştiremediği anlaşılıyor.

NATO kaynakları, Amiral Valentin Kuznetsov'un başkanlığını yaptığı Rus heyetinin öncelikli olarak 3 konuda ısrarlı olduğunu belirtiyorlar. Bunlar, komuta-kontrol, faaliyet bölgesi ve Kosova'daki KFOR gücünün siyasi denetimi ile ilgili son derece önemli konular.

Rusya, komuta-kontrol bakımından Rus gücünün mutlaka Rus komutası altında olmasındaki ısrarını hala devam ettirirken, şimdi Amerikan, Alman ve Fransız bölgelerine ek olarak İtalyan bölgesinde de bir askeri rol istiyor ve ayrıca kendi askeri gücünün NATO'nun siyasi otoritesi olan Kuzey Atlantik Konseyi yerine NATO ile Rusya arasındaki ilişkileri düzenlemek için 1996 yılında kurulan Daimi Ortak Konsey'in denetim ve gözetiminde olması gerektiğini savunuyor.

NATO ise Rusya'nın bu taleplerinin bir kısmını karşılamaya, bir kısmını da reddetmeye çalışıyor. Kısacası, Brüksel'deki görüşmeler bir ara tehlikeye girmiş olsa da halen devem ediyor. Son haberlerde bu görüşmelerin önümüzdeki hafta sonuçlanabileceği, Kosova'daki Rus birliğinin rolünün istenilen biçimde netleşebileceği bildiriliyor. Ama bu arada da Rusya NATO'yu ve Amerika'yı bu talepleriyle oldukça rahatsız etmiş de bulunuyor. Çünkü Rusya Helsinki'de varılan anlaşmaya kendine göre yeni bir şekil vermeye çalışıyor, işleri zorlaştırıyor, Kosova'da birtakım askeri avantajlar kazanmaya çalışıyor.

Esasen bu konular Helsinki'de tam amlamıyla ve bütün ayrıntılarıyla çözülmeli, imza altına alınmalıydı. Ama bunlar Rusya ile mutlaka bir anlaşmaya varma gayretleri ve meselenin aciliyeti yüzünden ne yazık ki yapılamadı. Şimdi yapılmaya çalışıldığında ise Rusya kendi hesaplarını dikkate alarak zorluk üstüne zorluk çıkarıyor.

Rusya'nın Kosova'daki askeri rolü, bunun boyutu, sınırları çok önemli. Bu konunun iyi takibi gerekiyor.


Politik

Mustafa Ünal
Gol olacak... Goooll...
Vaktiyle spor-siyaset ilişkisi üzerine yazı yazmış, bir çırpıda Fener düşmanı ilan edilmiştim. Meramımı anlatamadığım gibi uğramadığım hakaret, işitmedik kem söz kalmamıştı. Hani şu politik yapının futbolda da iz düşümü olabileceğini belirterek konsept içinde Trabzonspor'un Demokrat Parti, Fenerbahçe'nin CHP ile örtüştüğüne işaret ettiğim yazı vardı ya... Onu kastediyorum.

Dost düşman okuyan herkes tarafından spora siyaset karıştırmakla suçlanmıştım. Bu yüzden hasta Fenerli olan can dostum Tamer Korkmaz'la bile aram açılayazmış, köşesinden bana cevap yetiştirmişti. Taraftarlığı objektifliğinin önüne geçmişti. Hatırladınız sanırım. Tepkiler daha çok sağcı olup da Fenerbahçe fanatiklerinden gelmişti. Yaşadıkları çelişkinin acısını benden çıkarmaya çalışmışlardı.

Kenan Paşa gecikerek de olsa imdadıma yetişti. Spora siyasetin nasıl karıştığını Hürriyet'e verdiği röportajda ortaya döktü. Sağol paşam. Ankaragücü'nün birinci lige alınış hikayesini anlatan Paşa'nın şu söylediklerini bir okuyun:

Yahu, o sene Ankaragücü Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı kazandı. Bakana 'Bunlar ikinci ligde mi oynayacak?' dedim, 'Evet' dedi. 'Olur mu böyle şey yahu, Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı aldılar. Bunları 1. Lig'e alın' deyince 'Efendim yönetmelik müsait değil.' dediler. Ben de 'yönetmeliği değiştirin' talimatını verdim. Haklı değil miymişim? 17 senedir orada duruyorlar.

En can alıcı sözlerse şunlar: Bir ara kötü duruma düştüler, 'Beni rezil etmeyin' diye haber gönderdim. Hala da takip ederim. Bu sene de yakayı kurtardılar. Her işimiz Allah'a kalmış...

İlahi Kenan Paşa, seni hiç rezil ederler mi? Ankaragücü hiç küme düşer mi? Daha bu yıl kader maçında yönetim kurulunda Muhittin Fisünoğlu Paşa'nın bulunduğu Trabzonspor'u, Ankaragücü darmadağın etti. Kenan Paşa pardon Ankaragücü alnının akıyla çıktı sahadan. Ben de maçtaydım, gözlerimle gördüm. Cinayeti değil, mücadelenin hasını. Bilmem anlatabilmekte miyim?..

Ankaragücü hikayesine kafayı takan şeytanın avukatı bir arkadaşım var. Durmadan '1982'den beri lig meşru değildir' der durur. 12 Eylül yönetiminin tasarrufları anayasanın 15. maddesi gereği yargı denetiminin dışına itilmemiş olsa, Danıştay'a başvuracağından söz eder. 82'den itibaren yürütmeyi durdurmak için... Ne şeytanlık. Tamam, 82'de Ankaragücü şampiyon değildi ama iki tane kupa aldı.

Bugünlerde yeniden tartışma konusu olan 15. maddenin kaldırılması gerçekleştiği takdirde, o arkadaş Danıştay'a gideceğini söylüyor. Çok sevdiği Kenan Paşa'sını bile üzmeyi göze alıyor. Bu girişiminin bir sonuç vereceğini sanmıyorum.

Ben sporla siyasetin her alanda ilişkisi olduğuna inandığım için Kenan Paşa'nın yukardaki sözlerini heyecan içinde okudum. Çok azı dışında, politikanın gölgesi ve de iz düşümü sporun üstündedir. En sıcak örneği Avrupa basketbol şampiyonasından...

Bizim hamasetsever Türk basını yazsa pas geçebilirsiniz ama Türkiye-Fransa maçının hakemlerini yerden yere vuran İtalyan ve İspanya gazeteleri Fransızların korunduğunu belirtiyorlar. Ardından Litvanya'nın, dev oyuncusu Sabonis'in lüzumsuz faullerle dışarı atılarak önünün kesildiğinden dem vuruyorlar.

Sağol paşam, ağzına sağlık. Bu işlerin belgesi olur mu diyenleri mahcup ettiğin için sana şükranlarımı sunuyorum. Bir de spora siyaset karıştırılmaz diyenleri yarı yolda bıraktığın için...

Sporun üzerinde siyasetin gölgesi de, iz düşümü de vardır. Artık, hiç şüphem kalmadı.

E-mail: [email protected]


Kum Saati

M. Nedim Hazar
Okur Kulübü
Son dönemde olan bitenleri izliyorsunuz... Televizyonlara, radyolara, gazetelere dikkat kesildiğinizde şu önemli 'tanı'yı koyabilirsiniz: Medya ile uğraşanların kendi halklarıyla çok fazla ilgisi yok... Özellikle 1980'li yılların sonundan itibaren İkitelli civarına göç eden medya kurumları, halk ile bağlantılarını tamamen kopardılar. Babıali denen Cağaloğlu yokuşunda iken, hiç olmazsa işe gidip-gelirken, tramvayda, otobüste, vapurda halk ile beraber olma şansı vardı. Oysa şimdi servisler, makam araçları var... İkitelli'ye dikilen devasa binalarda oturup ülke adına ahkam kesmek, bazen onulmaz yaralar açabiliyor halk nezdinde.

Bunun en bariz örneğini, halkın inançlarının aksi yönde yayın yapılan, bu konuda acımasız saldırılarda bulunulan süreçlerde görüyoruz... Din ve inanç konusunda elifba düzeyinde bile olamayan insanlar peygamberleri, Allah'ın emirlerini bile eleştirebilecek cehalet örnekleri sergiliyorlar...

Problemi tespit edince, çözümü de oldukça kolaylaşıyor. Medya başta yayın yaptığı kitle olmak üzere kendi halkını tanıyacak, tanışacak... Batılı medyanın bu aktiviteyi uzun süreden beri yaptığını okuyoruz, duyuyoruz, görüyoruz... Birçok Batılı ülkede gazeteler okurlarıyla tanışma ve kaynaşma toplantıları, konferanslar düzenliyorlar. Yazarlar her gün seslendikleri kitle ile interaktif iletişime geçebiliyorlar... Durum böyle olunca, gazetenin ve yazarların yanlış yapma riski minimize edilmiş oluyor. Ülkemizde ise tersine işleyen bir süreç izliyoruz. Okur her geçen gün kuru bir 'tüketici' prototipine indirgeniyor. Özellikle promosyon furyalarının zirveye çıktığı şu günlerde, medya-okur ilişkisinin yerini satıcı-müşteri konumu alıyor... Bu durumun haber alma-verme özgürlüğü ve tanımının dışına taştığını söylemek sıra dışılık olmaz sanırım.

Zaman yıllardan beri Batı'da ve yazılı medya alanında oldukça gelişmiş olan Japonya'da uygulanan 'abone' sistemini uygulamaya çalışıyor. Gerçi bu sistem, bu işi beceremeyen bazı marjinal kesimlerce 'illegal' gibi sunulmaya çalışılsa da, artık gazete bayiine gidip günlük gazeteyi almak modası geçti... Gazeteler haber veren müesseseler olduğu kadar, okur yetiştiren birer okul gibidir Batılı ülkelerde. Gazetemizde yıllardan beri okur-müessese diyaloğu kurulmaya çabalandığını biliyorum. Konferanslar veriliyor, aktiviteler tertip ediliyor, kermesler düzenleniyor vs.. mesela Türkiye'de hiçbir gazetenin yapmadığı uçurtma şenliği... Önce uçurtmanın malzemelerini promosyon olarak verip, sonra da şenlik ile hem okurları, hem de müesseseyi kaynaştırma girişimi 'öteki' medyanın akıl erdiremeyeceği bir organizasyon. Türkiye'de Okur Kulübü olan tek gazete sizin gazeteniz. Şenlikler, piknikler, kermesler, konferanslar düzenliyor, okurun gazetesine aktif katılımı sağlanıyor. Adeta bir okul gibi.

Son olarak da 'Karne Ödülü' kampanyası düzenleme kararı almış Okur Kulübü. Başarılı karne sahibi öğrenciler başta İngilizce eğitim-öğretim kartları olmak üzere birçok hediye alabilme şansını yakalayacaklar. Diğer ödüller hiç de yabana atılacak cinsten değil. 1 bilgisayar, 11 bisiklet, 111 tişört. Gazete almak ve okumak bir çeşit demokratik hak, bir çeşit oy kullanma hakkı. Zaman okurları, bu gazeteyi alarak barış, hoşgörü, uzlaşma ve mutlu yarınlar için bir tavır koyduklarının bilincindeler...


Pazar Yazıları

Orhan Okay
Kilisli'nin kütüphaneleri
Aralarına portreler, günlük ve gezi notlarını da sıkıştırabileceğimiz hatırat denilen yazı türüne fazla meraklı bir millet olmadığımız muhakkak. Batı'da on altıncı asırdan itibaren gittikçe çoğalan ve ilgi gören hatırat kitaplarının bizim kültürümüzdeki örneklerine ancak 1870'lerden sonra rastlayabiliyoruz. Bu tarihten önceki benzer yazılarla ise, başka maksatla kaleme alınmış vekayi, sergüzeşt, seyahatname, sergüzeştname gibi çok defa yarı resmi diyebileceğimiz metinlerin içinde karşılaşıyoruz. Bunlarda da, kaleme alan kişinin duygu ve intibalarından çok işittikleri ve müşahede ettikleri yer alıyor. Yoksa bütün bu eksikliğin asıl sebebi Tanpınar'ın roman hakkındaki kanaati gibi, bir çeşit itiraflardan kaçış psikolojisi midir, düşünülebilir.

Düşünülmesi gereken bir başka şey de son otuz-kırk yıl içinde bu tür yayınların yoğun bir şekilde çoğalmasıdır. Bunlar arasında yeni yazılmış olanlar, evvelce eski veya yeni harflerle basılmış olanların yeni basımları yahut vaktiyle dergi ve gazetelerde çıkıp unutulmuş olanları var. Siyasi veya başka sebeplerden zamanında yayınlanamayınca aile fertlerine yahut dostlara emanet edilip ilk defa gün ışığını görenler de bulunuyor. Şüphesiz okuyucu ilgisi gördüğü için ortaya çıkan bütün bu çeşit yayınların yoğunlaşması, bana yaşanılan devrin bunalımıyla bir çeşit "geçmiş zaman peşinde" olma zevkinin göstergesi gibi geliyor. Yani biraz marazi, biraz nostaljik. Çünkü zaman denen büyücünün, geçmişin en tatsız hadiselerini bile, bize buruk bir lezzetle tattırma gibi ustaca sihirbazlığı var.

Hatıra kitapları ya bütün olarak bir insanın hayatını veya belli bir dönemi, hadiseyi, kişiyi (portre), memleketi (gezi) anlatıyor. Böylece hatıraları siyasi, askeri, edebi.. olarak yahut yazarının mesleğine göre gazeteci, öğretmen, sanatkar vs. çevresinde tasnif etmek mümkündür. Üsluplarına göre de ya roman gibi bir tür oluştururlar veya alanlarıyla ilgili önemli belge değeri taşırlar. Her şeye rağmen yazarının bir apoloji'si demek olduğundan yine de dikkat süzgecinden geçirerek, başka bilgilerle karşılaştırmasını yaparak onlara ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor.

Birkaç ay önce elime geçtiği halde ancak okuma fırsatı bulabildiğim bir hatıra kitabı vesilesiyle bu satırları yazıyorum. Kilisli Muallim Rıfat Bilge'nin hatıra türünden notlarını bir araya getiren Anılar ve İnsanlar'ı, Kilis Kültür Derneği'nin yayınlarından olduğu için geniş okuyucu kitlelerine pek ulaşamamış olduğunu zannettiğimden, ilgi göstereceklere duyurmak istedim.

Adı Rıfat Kilisli olan diğer bir yazarla karıştırılmaması için kendisinin de, tanıyanlarının da hemen daima "Muallim" sıfatını kullandığı Rıfat Bilge'yi hatırlayanlar gittikçe azalıyor. Başta Dede Korkut kitabı olmak üzere Türk diline ait pek çok önemli eseri ilk defa yayınlayan, Divanü Lügat'it -Türk'ün yayınlanmasına himmet eden, bunların dışındaki pek çok telif, tercüme çalışmalarıyla gerçek bir ilim adamı olan Rıfat Bilge, aynı zamanda ilim ahlakına sahip bir şahsiyetti. Döneminin her aydını gibi Arapça ve Farsçayı iyi bildiği kadar Türkçe de dahil olmak üzere bu dillerin inceliklerine vakıf nadir insanlardan biriydi. Nitekim Türk Dil Kurumu'nun kuruluş yıllarında, sözlük çalışmalarında onun olağanüstü himmet ve gayretini ilgilenmiş olanlar bilir.

Anılar ve İnsanlar, yayınlayanların baş taraftaki ifadesine göre, Muallim Rıfat'ın vaktiyle Yeni Sabah gazetesinde yazdıklarından derlenmiştir. Ancak gerek yazıları derleyenin, gerekse yayınlayan derneğin merhum hemşehrilerine gösterdikleri kadirşinaslıklarını takdir etmekle beraber, yayının hiç de sağlıklı olmadığını söylemek zorunda kalıyorum. Korkunç dizgi hataları arasında bazı kelimelere karine ile mana verilirken bazılarını anlamak mümkün olmuyor. Dipnot numarası verildiği halde konulmayan veya çok başka bir sayfanın normal metinleri arasına giren dipnotları, arka arkaya tekrar edilen cümleler, birer cümleden ibaret gereksiz paragraflar, hele kitabın sonuna konulan lügatçedeki isabetsiz karşılıklar doğrusu o güzel hatıraları ağız tadıyla okumaktan alıkoyuyor. Nihayet bir gazetede Latin harfleriyle tefrika edilmiş yazıların bugüne naklinde bu kadar hata yapmak için epey gayret sarf edilmiş olmalı diyeceğim geliyor. Yine de şahsen şimdiye kadar görmediğim bu hatıralara bizi ulaştırdığı için himmetleri var olsun.

Anılar ve İnsanlar'da meraklılarını üzerine çekecek epey güzel hatıra var. Bazı şahsiyetler hakkındaki küçük hadiseler onların karakterine yeni birtakım özellikler ekliyor. Kitabın değişik sayfalarında Ali Emiri, Faik Reşad, Ziya Gökalp, Talat Paşa, İsmail Saip, Rıza Tevfik, Rauf Yekta, Mehmed Akif, Samih Rıfat, Osman Reşer, Abdülaziz Mecdi, Resneli Niyazi ve İhya Efendi gibi devrin önemli şahsiyetleri hakkında dikkate şayan notlar var.

Bunlar arasında dikkatimi en çok çekenler, Kilisli'nin bazı kütüphaneleri elden kaçırmamak için büyük gayret gösterdiği hadiseler. Bu hatıraların çoğunda hadisenin hangi tarihte geçtiğini gösteren bir bilgi olmamakla beraber Osmanlı Devleti'nin büyük ekonomik sıkıntılar geçirdiği yıllar olduğu aşikar. O yıllarda şahsi kütüphane sahiplerine ait satışa çıkarılan pek çok değerli yazmanın yurt dışına gitmemesi ve devlet tarafından satın alınması için Kilisli'nin gayretleri kadar ilgili devlet adamlarının himmetlerini de saygıyla anmak gerekir. Nitekim Bağdatlı İsmail Paşa'nın çok değerli kitapları, istenilen bedelin verilememesi yüzünden daha yüksek bir fiyatla Suriyeli bir kitapçının elinde kalmış. Ama bu tek örneğin dışında Kilisli, bir maarif nazırının, bir evkaf nazırının şahsi gayretleriyle satın alınan birçok kütüphaneden bahsediyor. Bunlar arasında İttihad ve Terakki'nin ideolojik danışmanı veya akıl hocası Ziya Gökalp'ın da tavassutuyla Halis Efendi'nin ve Rıza Paşa'nın kütüphanelerinin satın alınması zikre değer. Kilisli, satmaya yanaşmayan Halis Efendi'yi Talat Paşa'nın tatlı yolla tehdit ederek razı etmesi gibi bir oyuna da giriştiklerini anlatıyor. Bu tehdit oyununu doğru bulmayacaklar için neticede Halis Efendi'nin kütüphanesinin 37.500 liraya, Rıza Paşa'nınkinin de 17.500 liraya satın alındığını ilave edeyim.

İlave edilecek birkaç husus daha var: Daha birçok kütüphaneyle beraber sadece bu ikisi için ödenen toplam elli beş bin liranın, kağıt para olarak verildiği tahminine dayanarak, bugünkü karşılığı beş yüz milyar liradan aşağı değildir. Altının satın alma gücünü o yıllardaki gerçek değerine indirmeye çalışsak da yine karşımıza çıkacak olan miktar üç yüz milyar liradan fazla olur. Kütüphane sahibi ile pazarlığa girişip bu meblağın ödenmesi emrini veren de Talat Paşa. Hakkında o kadar çelişkili hükümler verilmiş; ama tarihe daha çok olumsuz değer yargılarıyla intikal etmiş, kültürle, kitapla ilgisini pek bilmediğimiz Talat Paşa. Hem de sadrazam olduğuna göre hadise 1917'de vuku buluyor demektir. Devletin birçok bakımdan en buhranlı dönemi. İster istemez günümüzde elden kaçırılıp Batı ülkelerine el altından satılan kütüphaneleri düşündürüyor. Ve de hangi başbakanın Talat Paşa kadar böyle bir meseleye ilgi duyacağını.

Anılar ve İnsanlar'ın ilgi çeken başka bir bahsi de Ali Emiri Efendi'nin Divanü Lügat'it-Türk'ü ele geçirme ve daha sonra kitabı yayına hazırlamak üzere Kilisli'ye teslim etme hikayesi. Hadise konuyla ilgilenenlerin malumudur. Benim orada dikkatimi çeken, bibliyoman değil; fakat gerçek bir bibliyofil olan Ali Emiri Efendi'yi, Lügat'i Muallim Rıfat'a emanet etmek için yine sadrazam Talat Paşa'nın, adeta ayaklarına kapanırcasına olağanüstü iltifatlarda bulunmasıdır. Yahya Kemal'in

Muhtac isen füyuzuna eslaf pendinin

Diz çök önünde şimdi Emiri Efendi'nin beytini pek de boşuna söylememiş olduğu anlaşılıyor. Devlet-i Aliyye'nin, belki daha da mühimi İttihad ve Terakki'nin sadrazamı Talat Paşa, Emiri Efendi'nin önünde diz çökmüş, muhtemelen o ana kadar varlığını ve önemini hiç bilmediği bir yazmanın, o Birinci Dünya Savaşı hengamesinde Kilisli'ye teslimini temin etmiştir. Hem de Ali Emiri'ye üç yüz altın lira göndererek. (Bu ifadelerim üzerine birinin çıkıp da "İşte Osmanlı bu harcamalardan batmıştı." demiyeceğini umarım.) O alicenap Emiri'nin bu parayı kabul etmediğini söylemeye gerek var mı?

O ne ağaç ne tohum...


Mor Mürekkep

Nazan Bekiroğlu
Kara Kedi Ak Kedi
Her ayrıntısı hesaplanmış kalabalık kareleri, gümbürtülü ritmi ve bu ritim içindeki garip sükuneti ile Kara Kedi Ak Kedi her halde sinemada anlayanlara "yine yapmış yapacağını" dedirtebilecek bir Emir Kusturica filmi. Metin düzeyinde bakıldığında ise "komedi" olarak takdim edilen filmin bu sıfatla sınırlanamayacak kadar zengin göndermeler içerdiği kesin.

Farklı göndermeleri toplayacak müştereklerin en kuvvetlisi "Babalar ve Oğullar" arketipi paydasında. Bu yanıyla Kara Kedi Ak Kedi, babalar ve oğulların etki-tepki prensibi içinde yorumlandığı bir durumlar galerisi. Lakin metnin asıl kahramanları "Torunlar ve Dedeler". Çünkü bireyin toplumsal bütünle ilişkisinin çingeneler düzleminde irdelendiği metinde babalar hayatın tam içinde, ortada. Torunlar ve dedeler ise hayatı küçümseyecek kadar hayatın dışında. Ancak hayat karşısındaki bu ritüeller dışı tavır, dedeler kadar torunlara da hayatın efendisi olma hakkını veriyor, babalar hayatın kölesi olurken.

Dede konumundaki gerçekten şahane iki ihtiyardan biri, Grga, arabesk-barok zevki, şaibeli ekonomik iktidarı ve ağır destekli ilişkileriyle egemen gücün simgesi. Köklü bir muhabbetle bağlı olduğu eski dostu ise, ölümü beklediği hastahane odasından müzikli bir operasyonla kaçırılmaya gönüllü razı olacak bir sempati abidesi. Orta kuşağın temsilcileri, tilki karşısındaki Pinokyo konumunda daima aldatılan Marko ile daima aldatan Dadan. Torunlara gelince: Marko'nun oğlu, sempatik, akıllı fakat tecrübesiz Zera. Zera'yı bir tür uyanış bilinci ile hakikate çeken, özgür ruhlu, biraz da çılgın kız İda. Dadan'ın evde kalmış kız kardeşi, ismi ile ters yönde müsemma Afrodita. Ve Grga'nın torunu; evleneceği kızda "ilk görüşte aşk" şartı arayan romantik gangster.

Birer karakter olarak tanımamız ve dramatik kurguyu kavramamız için neredeyse "beş dakika araya" ulaşmamız gereken bir örgü içinde, babalara düşen "rol" seremonilere esir olmak. Ahlaksız ve dolandırıcı "yurtsever iş adamı" ağabey Dadan, standart dışı her davranışta yüz yırtmak, ya da tepinmek gibi geleneksel tepkiler vermeyi toplum adına şerefle taşıyan ablalar, kumarda para kaybeder gibi oğlu Zera'yı kaybeden Marko. Ve bu insan manzaraları önünde nikah masasına ayağından bağlanarak oturtulan birbirini sevmeyen iki genç: Afrodita ile Zera.

"Tören bozulmasın, skandal çıkmasın, yıllarca konuşulmasın" psikolojisi içinde; kabuğun özü, törenin ruhu, geleneğin kalbi, ayrıntının bütünü ezip geçtiği yapaylaştırılmış bir yaşamda, babalar, "oyun sürmeli" repliğini paylaşırlar, bedeli ne olursa. Oysa gözyaşı gibi ölüm de, sıra dışı çizgide duran dedeler ve torunların hakkıdır ve bunun adı hayattır. Hayat, onu küçümseyene koşar çünkü ve tören bozulur. Nasıl? (Gerçeği söylemesinin bedelini yitik bir Oscar'la ödeyen) Truman Show'da Sylvia'nın üstlendiği rolü üstlenerek, mucizeler bekleyen masum ve utangaç Zera'da kendi hayatına sahip çıkma bilincini uyandırır İda. Kendi düğününden, dahası ağabeyinden kaçmayı henüz on dakikalık kocası Zera'yla iş birliği yaparak başarır güçlü Afrodita ve nihayet beklediği aşkıyla (Afrodita), romanesk bir dekorda karşılaşır duygusal gangster. Her şey yolunda!

Peki babalar (ve ağabeyler ve ablalar, kısaca orta kuşak) kaybederken çocuklara hayatı kazandıran ne? Zera'yı ve İda'yı, suları kirlenmiş ırmağın üzerinden geçiveren düş gemisi, Mavi Tuna valsi eşliğinde alıp götürmekte. "Happy End" bir parodiye dönüşürken, dedeler bir kenardan gülümseyerek seyretmekte, babalara kalansa arkadan bağırmak: "Geri dön, töreni tamamla". Hayır. Çingeneler için gül daima uçurum kenarında ama çocuklar cesur.

"Ayna ölüyle ölü, diriyle diri. Babalar çocuklarıyla". Ama, bu kez çocukların dirimi dedeleriyle. Acaba torunlarına çok yönlü onay ve destek veren dedeler aynı zamanda egemen güç de olmuş olmasaydılar, "hak edilen" mutluluk yine tahakkuk edebilecek miydi? Değil mi ki "benimle konuşurken sus", Grga'nın kuralı böyle. Üzerinde, filmin bittiği yerde bir öykü başlatabileceğimiz kadar durulmamış bunun.

Yine de siyah kedi ile beyaz kedi, ilk sahneden itibaren kendilerinden beklenen nankörlüğü "yapmayarak" aklanırken, Kara Kedi Ak Kedi, kirleriyle dahi kirlenemeyen insanları sevimli kılmasıyla gerçekten mucize. Hayat mı? O koptuğu yerden devam eder nasılsa. "İyi biten her şey iyidir". Törenler gibi!


Sohbetler

Ahmed Şahin
Bugünün Müslümanlığı
İnsanın adalet anlayışında vardır zorluğa göre mükafat tespiti. Bir şeyde ne kadar zorlanıyor, ne ölçüde sıkıntıya maruz kalıyorsanız o nispette karşılığını alacak, ücretine nail olacaksınız.

Hem zorluğu fazla olsun hem de ücreti az. Mümkün değil.

Peki, kulların adalet anlayışında böyle olur da Rabbimizin adaletinde başka türlü mü olur?

Halbuki Rabbimizin adaletinden bir zerredir kulların adaleti.

Öyle ise gelin bu zorluk olayını bir düşünelim.

Geçmişin dindarlığıyla bugünün dindarlığını bir mukayese edecek olsak hangisinin zorluğu daha fazla acaba? Başka bir ifadeyle, hangisine verilen mükafat ve sevap daha çok dersiniz?

Geçmişin dindarlığına mı, yoksa bugünün dindarlığına mı? Bugün basit bir bakışla da anlıyoruz ki geçmişin sokağında bugünkü gibi kılık kıyafet anarşisi yoktu. Toplumun erkeği kadını yaratılışlarına uygun düşen bir giyim kuşam içindeydi.

Ne o günün kadını yabancı kimliğinde görünme gereği duyuyordu, ne de erkeği müstehcen görüntülerin tahrik ve tasallutuna maruz bulunuyordu.

Bugün de durum aynı mı?..

Elbette değil. Çok farklı. Zorluklar var, kimlik bunalımları bahismevzuu. Erkek için, kadın için... Her birisinin kendine göre zorluğu fazla!. Öyle ise sevabı da fazla!.

Nitekim Efendimiz'in bir hadisinden bunu anlamak kolay.

Buyuruyor ki:

- Öyle bir zaman gelecek ki o günün Müslümanı sizin yaptığınızın çok azını yaptığı halde kurtulacaklardır.

Evet, zor şartlar içinde kendilerini korumaya çalışacaklar, her taraf günaha iteleyecek görüntü ve teşhirlerle dolu olacak.

Buna rağmen direnecek, mazbut yaşamaya yönelecekler, kurtulacaklar...

Evet, bir maneviyat büyüğünün:

- Yüzer günahların hücum ettiği zaman, diye tarif ettiği günümüzde mazbut bir hayat yaşayanlar kurtulacaklar.

Gözlerine kirli manzara aksetse de gövdelerini koruyacak, bedenlerini muhafaza edecekler. Böylece az amelle çok sevap alacaklar.

Hatta denebilir ki, az amelle çok sevabın alınacağı bu devrede, farzları yapan büyük günahlardan kaçınan kurtarır. Yeter ki, kasdi olarak isteğiyle safahete düşmesin, tevbe istiğfarını eksik etmesin. Hataya düştüğü zamanlarda ise derinden feryad ederek pişmanlık duyup üzüntü çeksin.

Zaten günümüzün Müslümanını kurtaran da budur. Maruz kaldığı günahlarından dolayı vicdan azabı çekip pişmanlık duyması.

Pişmanlık duymak, vicdan azabı hissetmek imanın işaretlerindendir. Tevbenin de kendisidir.

Bu konuda Efendimiz'in ikazı da fevkalade düşündürücüdür.

İmanlı insanın günahından korku ve elem duyuşunu şu misalle ifade buyurur:

- Mümin günahını başına yıkılacak bir dağ gibi büyük görür, korkusunu hisseder.

Münkir ise burnu ucuna konmuş sinek gibi basite alır, alışkanlıkla bakar.

Evet, alışkanlıkla günahlarımız bize normal gelmemeli, pişmanlığını ve vicdan azabını içimizde hep duyup hissetmeliyiz ki tevbe, istiğfar yerini tutsun bu pişmanlığımız.. ve unutulmasın ki her an yüzer günahın hücumuna maruz bugünün dindarı, farzları yapıp büyük günahlardan kaçınması halinde kurtarır, az amelle çok sevap olacak bir devrin kurtulanlarından olur. Böylesine bir himaye de Rabbimizin zorluğuna göre sevap ve mükafat vaadinden tecelli eden bir gerçek olur.

Efendimiz'in ikazını hatırlayınız:

- Amellerin en sevaplısı en zor olanıdır.

- Efdalül amali ahmezüha!


Beşinci Yol

Güntay Şimşek
Sabotaj
Her sene temmuz ayı geldiğinde "Denizcilik ve Kabotaj Bayramı"nı Besim Tibuk'un "Sabotaj Bayramı" olarak gündeme getirdiğini bilmeyen kalmadı.

Denizcilikten sorumlu devlet bakanı ve Deniz Ticaret Odası yetkilileri de aslında durumun farkındalar. "Kabotaj" meselesinin Türk denizciliğini çoktandır sabote ettiğini biliyorlar; ama bu vesileyle denizcilik sektörünün devletin ağına takılan sorunlarına dikkat çekmek istiyorlar, yine de başarılı olamıyorlar.

"Kabotaj" yıllar öncesinin meselesi. Yabancıların iki Türk limanı arasında deniz taşımacılığına son vererek, bunu "Kabotaj Bayramı" diye kutlamasaydık, bugün deniz taşımacılığında önemli bir konumda olabilirdik.

Denizcilik sektörü içerdeki bu yasağın etkisiyle yurt dışı taşımacılıkta da güdük kalmıştır. Bunu farklı şekilde izah etmenin bir anlamı yok. Yurt içinde yük taşımacılığının yüzde 80'den fazlası kara yoluyla, ithal ve ihraç ürünlerin taşımacılığının da yüzde 85'i ise deniz yoluyla yapılmaktadır. Yurt dışına yönelik deniz taşımacılığında Türkiye'nin payı da yüzde 25.

Denizcilik sektörünün Türkiye'ye yönelik taşımacılık hareketlerinin en az yarısına hükmederek, ülkemizin coğrafi konumundan hareketle bölgenin önemli deniz filosuna sahip olmasına başta devletin duyarsızlığı ve "Kabotaj Bayramı" gibi yasakçılık sebep olmuştur.

Yurt içinde kara yolu taşımacılığı hakimiyetinin sonucu olarak Avrupa'nın en büyük "TIR" filosuna sahip olmamızın ise hiçbir açıdan faydası yok. Önümüzdeki yıllarda "TIR müzesi" açacak kadar aracımız mevcut.

Trafik kazaları sebebiyle kaybolan hayatlara, canlı sakatlara, trilyonlar değerindeki maddi kayıplara da "Kabotaj" zihniyetinin bir yansıması olarak bakmak gerekir.

10 yıl öncesine kadar İstanbul'da, insan taşımacılığında denizden gerektiği ölçüde faydalanılmadığını bugünün rakamları ortaya koymaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşu İDO kanalıyla 1998'de takriben 10 milyon yolcu taşındığı gerçeği yetkililere yeterli açılım sağlamalıdır.

Hükümetlerin IMF ile ilişkileri dert ettiği kadar kendi öz kaynaklarıyla ilgilenmeyi öne alması durumunda çok şey değişebilir. Yabancı sermayenin desteklenip yatırımlar için teşvik edildiği bir Türkiye'de "Kabotaj Bayramı" kutlamak akıl işi değil.

Ulaşım bugün de bütün birimleriyle sıkıntılar yaşıyor. Sektörler arasında entegrasyon ve koordinasyon problemi aşılmış değil. Ulaşım politikalarını tek elden belirleyici makamın olmaması da çözümü zorlaştırıyor.

Turizm sektörünün dara girmesiyle gündeme gelen krizi atlatma paketinde ulaşıma bakan çözüm önerileri de vardı. Turizm hareketinin hava yolu kanalıyla olması hasebiyle Turizm ve Ulaştırma bakanlıkları, şirketleri rahatlatacak bir dizi önlemler aldı.

Uçak yakıtlarında ve yolcu hizmet ücretlerinde önemli oranda indirim sağlandı. Konu bir adım ileri götürülerek bu indirimlerin yıl sonuna kadar devam ettirilmesi yönünde hükümet karar aldı.

Fakat o da ne! İstanbul, Antalya, Trabzon, Erzurum, Kars vesair gibi uçuş noktaları turist geleceği hesabıyla indirime dahil edilirken, Ankara ve Adana indirimin dışında tutulmuş. Anlaşılan yetkililerimiz bu iki şehre turizm hareketi olmayacağını önceden sezmişler. Geçen yılın istatistiklerine bakmayı bile düşünmeden çifte standardı tercih etmişler. Bu konuda izahat verecek, Ulaştırma Bakanlığı'nda bir yetkili var mı?

"Kabotaj" zihniyetinden de öte, tam anlamıyla sabotaj bir mantıkla mı karşı karşıyayız?


Ferhat BARIŞ
Takiyye, Kitman ve Kripto solcuları!
Önce özetler: Bugün ahlak, dürüstlük, demokrasi, Atatürkçülükten dem vuran birtakım medya elemanlarının, geçmişte ülkeyi kışkırtma ve provokelerle nasıl darbe ortamına sürüklediklerini irdeliyorduk. İşte tam bu esnada...

72 darbesi yaklaştıkça 'İlan Abi' ve korosu çalışmalarına hız verir. İlan Abi, bazı hassas dengelerden ötürü Cumhuriyet'te kaleme alamadığı yazıları, içinde biriktirmek yerine Devrim'de kaleme alır. Daha ilk yazısının başlığından başlayarak büyük sermaye çevrelerine 'bindirir'. Buyrun: 'Başlık: 'Bayar, Demirel, Koç, Burla, Taşkent vd..' Yazı Türkiye'deki sömürü düzenini anlatıyor: 'Sömürü piramidinin tepesinde bir avuç adam vardır. Bunları teker teker tanımak ve tanıtmak devrimcilerin görevidir..' 'İlan Abi' bu yazıyı yazdıktan sonra nasıl derin bir 'oh' çektiğini Cemal'e anlatıyor: 'İlhan Selçuk, Devrim'deki bu yazısını yazdıktan sonra bir oh çektiğini anlatmıştı. Çünkü ilan derdinden dolayı Cumhuriyet gazetesinde, Koç'ların, Burla'ların, Taşkent'lerin isimlerini geçirerek yazamadığını söylemiş, bundan yakınmıştı...' 'İlan Abi'nin hayranlarının başında da genç denizci teğmeni Ali Kırca gelmektedir. Bu genç teğmen meşhur 69 deniz subayı bildirisini kaleme alan ateşli bir Marksisttir. Kırca, 'İlan Abi' ve ekibi gibi tutuklandıktan sonra kısa süre içerisinde salınır. Ancak hapishanedeyken Selçuk'un yanına gelir ve şu cümleyi söyler: 'Ben sizin hayranınızım..' Zaten dava arkadaşı Doğan Avcıoğlu da Selçuk'a 'komutan' diye hitap etmektedir. Bazıları komutan yerine 'mareşal' dendiğini iddia etseler de Hasan Cemal bunun 'pek' doğru olmadığını söylüyor. Ancak komutan dendiği kesin. Medyadaki komutan!!

Komünist medyanın bu darbeyi teşvik eden tarzı, 7 Nisan 1970 sayılı nüshasında tavan yapıyor. Başlık, 'Devrimci ordu gücü' ve metin: 'Siyasal iktidarın sorumlu başları, gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içerisinde bocalamakta... İşte bütün bu koşullar karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri'nin sağlam, bilinçli ve örgütlü kadroları, KEMALİST DEVRİM'i yeniden sürdürmek için eyleme geçmeye hazır ve kararlıdırlar...' Dikkat edilirse, nedense bu grup hep Mustafa Kemal demektedir. Ali Kırca yazdığı bildiride de aynı hassasiyeti göstermektedir. Uluç Gürkan, Deniz Gezmiş ile yaptığı mülakatta da Atatürk kelimesini kullanmaktan ısrarla kaçınır. Devrim dergisinin logosunun altında şu slogan vardır: 'İdare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamaz. Gazi Mustafa Kemal..' Gazi, bir türlü Atatürk yapılmaz nedense. İşin içinde çapanoğlu vardır çünkü. Hasan Cemal söylesin gerisini: 'Bu o zaman bilinçli bir söylemdi. Ben de benimsemiştim. Bir yandan Atatürk, devrimci gençlere ırkçı kokardı...' Ya işte böyle... Ve şu cümleyi tekrar hatırlayalım: 'İlhan Abi 1960'ların başında neyse 1990'ların sonunda da oydu!' 'İlan Abi! Köşende üç defa kocaman Atatürk yaz inanırım sana. Marksist takiyye yapmadığına ancak o zaman belki inanırım.

Görüldüğü gibi İlan Abi ve çevresi 'O dönem' tipik bir Marksist takiyyeyi benimsemişler. Piyasada bir ismi bile vardı bu cins takiyyenin; Kripto Solculuk! Hasan Cemal'e göre bunun sebepleri vardı: 'Kripto solculuk! Bazı çevrelerin Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk çizgisinde olanlara dönük 'kriptolar' suçlaması... Bu deyimi bizde meşhur eden Metin Toker'di sanıyorum... Onlara göre hepiniz komünist idiniz ama bunu belli etmiyordunuz. Çünkü bir yandan kanun korkusu vardı. Komünistlik, Batı demokrasilerinden farklı olarak Türkiye'de hapislik bir suçtu. ... Öte yandan askerle iş tutarak politika yapmak isteyenler, Komünistliğini saklamak durumundaydı. Çünkü Türk askeri müthiş antikomünist idi. komünistler askerin gözünde, Moskova ajanı sayılırdı. Onun için de denirdi ki: 'Kriptolar kendi gerçek inançlarını gizler!' Sonra kendi kendine soruyor Cemal: 'Siz de mi takiyye yapardınız?' Bu soruya hangi babayiğit hayır cevabı verebilir ki? Enteresandır, 30 yıl önce Cumhuriyet'te yazamadıklarını Devrim'de yazıp 'Oh' çeken, demokrasiye, çok partililiğe inanmayıp bunu gizleyen, Atatürk kelimesini ısrarla kullanmayan İlhan Selçuk tam 30 yıl sonra şunları yazabiliyor: 'İkiyüzlü olmak, kimliğini gizleyerek karşındakini tuzağa düşürmek, zayıfken dalkavukluk ederek güçlendiğin zaman diklenmek, alacakaranlık kuşağında yaşayarak kişiliğini saklamak, marifetin meydana çıkınca da salya sümük yerlerde yuvarlanıp el etek öpmeye kalkışmak doğal mı karşılanıyor?.. Bir toplumda ahlaksızlığın hoş görüldüğü süreçte yozlaşma çürümeye dönüşmez mi?..'

72 Muhtırası akabinde askerler birçok insanı 'içeri' aldılar. İşkencelerden geçirildi insanlar, hapis yattılar yıllarca, Gezmiş, Aslan ve İnan gibi 'halk tipi devrimciler' ipe gönderildi. Ama nedense darbeyi körükleyen, ülkeyi bir an önce darbe ortamına getiren bu ekibe çok fazla bir şey yapılmadı. Biraz içerde kaldıktan sonra hepsi işlerinin başına geri döndüler. Olan Gezmiş ve arkadaşlarına oldu. Bu durum bazı eski tüfek Marksistleri hala rahatsız ediyor. İşte Hasan Cemal'in kitabından: 'O zaman beraat etmiş olmanız nereden kaynaklandı? Askerle iş tutmuş olmanızdan değil mi? Örgütlenmeniz derine, yani ordunun tepelerine doğru gidiyordu. Fazla kurcalanırsa işin içine kara ve hava kuvvetleri komutanları da karıştırılabilecekti. Onun için bir yerde kesmek zorunda kaldılar!' Olayın 'dehşet' boyutunu medya-cunta ilişkisinin boyutunu görüyorsunuz değil mi? Nuh Gönültaş sütununda birkaç gün önce, 'medyanın ele geçirilmesine' ilişkin bir yazı yazmıştı. Medyayı ele geçirmek iktidarı elegeçirmek mi acaba? Hasan Cemal demokrasi lafını niçin çok gevelediklerini de itiraf ediyor: 'Demokrasi kendinizi korumak için gerekliydi. Ama eminim iktidarı ele geçirdiğiniz anda, sizin dışınızda kimsenin demokrasiden, özgürlükten söz edecek hali kalmayacatı! Yani sizler demokrasiyi, hedefinize varmak için bir ara istasyon olarak, sosyalist devrime giden bir aşama olarak gördünüz...' Demokrasiyi ara istasyon olarak görenler, şimdilerde ekranlarda infaz yapıyor, sütunlarında ahlak abidesi kesiliyorlar! İşte Cemal'in, İlan Abi'nin genel karakteristiğini ele veren cümleleri: 'İlhan Abi işte böyle, çoğulcu demokrasiyi kabulleniyor ama gönülsüz. Amaç olarak görmüyor, onun için bir araç..'

Son bir olay aktarıp bu ciddi yazıyı noktalayacağım. Hasan Cemal, 1986 10 Kasım'ında yazdığı başyazısında, ilk baskılarda yer almayan 'özgürlükçü demokrasi' ibaresini eklemiştir. Cümle şuydu: 'Atatürkçülüğün çağdaş uygarlığı ve özgürlükçü demokrasiyi amaçladığı bazı çevrelerde ne yazık ki unutturulmak istenmektedir...' Bu cümle İlhan Selçuk'u oldukça sinirlendirir. Ertesi gün H. Cemal'in odasına gider ve sert bir şekilde tartışırlar. Cemal, kitabında 'kapıştık' diyor ve Selçuk'un şunu dediğini ekliyor; 'Atatürk hiçbir zaman özgürlükçü demokrasi demedi, çağdaş uygarlık dedi...' İyi de şimdiki çağdaş uygarlıklar neyle idare ediliyor, komünizmle mi? Ve aynı İlhan Selçuk, geçtiğimiz cumartesi köşesinde şunu yazabiliyor: 'Toplumda "ahlak" diye bir kavram kalmadı mı?.. Bir insanın erdemli, dürüst, açık, doğru, güvenilir olması hiçbir değer ve anlam taşımıyor mu?.. Yalancılık mı geçerli?.. Hamamböceği gibi karanlığa sinerek, tespih böceği gibi ikiye katlanarak, kertenkele gibi yerlerde sürünerek yaşamak artık ayıplanmıyor mu?' Bu sorunun cevabını en çok zat-ı aliniz bilir İlan Abim. Hörmetler!

faks: 0212.6522423

[email protected]


Göze Takılanlar

Abdullah Aymaz
Bu parçalanamaz can bizim
Hz. Süleyman Aleyhisselam 'adalet-i tamme'yi temin için Cenab-ı Hakk'ın bir lütfu olarak istediği zaman ülkesinin istediği yere ulaşıyor, halkın dertlerini dinliyor, hatta mahkemeler kurarak adalet de dağıtıyordu. Bazen de çok zor davalar karşısına çıkıyordu. Onları da nübüvvetin derin basiretiyle çözüyordu. İşte önüne bir dava daha gelmişti. İki tane kadın, bir çocuk hakkında "Bu çocuk benim." iddiasında bulunuyor ve kendi çocukları olduğuna dair de en inandırıcı delilleri ileri sürüyorlardı. Karar vermek zordu. Yine o derin basiret devreye girmişti: "İddialarınız ve ileri sürdüğünüz delillere bakılırsa ikiniz de haklısınız ve ikiniz de çocuğun annesisiniz. Öyleyse çocuğu baştan başa ikiye ayırıp yarısını birinize, yarısını da öbürünüze vermek gerekiyor. Şimdi kararımı böylece tespit ettikten sonra onu ikiye böldürüp size teslim edeceğim." der. Hanımlardan birisi bunu duyunca hemen "Tamam ben iddiamdan vazgeçiyorum. Onu ikiye ayırmayın da bu kadına verin!" der. Hz. Süleyman, bunu söyledikten sonra arkasını dönüp giden kadını çağırır ve çocuğu ona verir: "Eğer gerçek anne sen olmasaydın böyle yapamazdın." der...

Bu vatanı, bu ülkeyi yavruları gibi sevenler ve gerçekten "Benim!" diyenler, bunlar kim olursa olsun, bu sahip çıkmanın gereğini tavır ve davranışlarıyla ortaya koymak mecburiyetindedirler. Karşı taraf gibi gördükleri kimselerden fedakarlık beklemeye hakları yoktur. Eğer bu çekişmeler ona zarar verecekse, sırf yavrularının varlığı için feragat ve fedakarlıklarını ortaya koyacaklardır. Bunlar lafla ve kısır çekişmelerle olmaz.

Ülkemiz bir kültürler mozaiğidir. Geçmişte bir imparatorluk merkezi olması itibariyle dünyanın her tarafından akın akın insanlar gelmiş bu vatanda yerleşmiştir. Zaten 26 tane medeniyete beşiklik yapmış olmasının verdiği bir konum itibariyle temelde yerli insanlar da bu topraklarda kadimden bu yana yaşamaktaydı. Büyük çoğunluk Türk ve Müslüman olmakla beraber, değişik ırklardan kendini Türk hissedenlerden tutun da, öyle saymayan; ama gerçekten bu ülkeyi seven ve benim gerçek vatanım diye bağlı bulunan insanlar ve başka dinlerin de bu ülkeyi çok seven mensuplarına varıncaya kadar herkes evladı gibi bu mübarek toprakları sevip, değil bölünüp parçalanmasına bir avuç toprağının bile denize akıp gitmesine razı olmayacaktır.

Bir hoşgörü sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın organizatörlüğünde her kesim ve anlayıştan insan bir araya geldi, her biri bir çiçeği temsil edercesine toplumumuza bir bahar havası üfleyerek el ele tutuştu. Bu ne güzel bir tablo idi! İnsanlar yan yana geliyor, konuşa konuşa birbirini tanıyarak ülkemiz gerçeklerini yeniden keşfediyor, birbirini anlamaya çalışıyordu. Maalesef bu güzel gelişme bombardımana tabi tutuldu. Halbuki ülke istikrarı adına ve bu ülkenin dışa yansıyan görüntüsü adına bu birlik ve beraberliğe ihtiyaç vardı. Büyük Türkiye ancak böyle kurulabilirdi... Evet bu kültürler mozaiğinden her parça kendi rengi, kendi sesi ve motifi de birlik içinde bu ülkenin meselelerine sahip çıkmaktalar bu muhteşem görüntü ortaya konulabilir.

Bu birlik ve beraberliğin ila nihaye devamı dileğiyle...


İğneleme

Taha Batum
Oktay
Bizi hem çok düşündüren hem de üzen bir konudan bahsetmek istiyoruz. Oktay'dan. Son senelerde futbolundan çok aykırı hareketleriyle, ilginç tavırlarıyla gündeme gelen Oktay'dan. Hanımının talihsiz kazasından sonra herkesin elini uzatarak karınca kararınca yardım etmek istediği ancak her nasılsa kendisinin kendine bir türlü yardım etmek istemediği Oktay'dan.

Beşiktaşlılardan şu yakınmayı çok duyduk: "İstanbul'da Belçika'ya kaybettiğimiz 3-1'lik maçtaki golü keşke atmasaydı. Hatırlarsanız 6-7 kişiyi ipe dizer gibi dizmiş sonrasında da meşin yuvarlağı ağlara yuvarlamıştı. İşte o golden sonra senelerden beri hemen her maçta aynı hareketi deneyip duruyor. Maradona gibi bir yıldızın bile o tip gollerinin sayısının bir elin parmaklarını geçmediği gerçeğini unutarak.

2 yıl evvel sezonu 14 golle tamamlamıştı. O 14 golden 9'unu da Karabük ve Van'a karşı kaydetmişti. Geçen sezon ise 10 golü bile bulamadı.

Kamuoyunun bildiğinin aksine gözden çıkarılma noktasına gelmesinin en büyük sebebi arkadaşlarıyla olan uyumsuzluğu. Takımı içerisinde hemen hiç kimseyle selamlaşmayan, ısrarla kendisini tecrit eden, yeterince çalışmayan, çok sakatlanan, çok konuşan Oktay, tüm kredibilitesini de tüketti.

Birileri onu İspanya'ya pazarlama çabasında. Ülkemizde hiçbir şey sürpriz olmadığı için gider mi gider. Ama hiçbir halukarda Arjantinli Lopez'in yerini dolduramaz.

Senelerden beri ülkemizden dışarıya giden hiçbir oyuncumuz başarılı olmamışken, başarılı olmayı bırakın gittikleri ülkelere adapte bile olamamışken hala bazı kulüpler bizden oyuncu almak istiyorsa demek ki bir bildikleri var. Bu saatten sonra Beşiktaş'ta kalmasının ne kendisine ne de kulübüne bir faydası olmaz düşüncesindeyiz. Ama bir de bakarsınız ki çevre değişikliği ve evliliği kendisine yeni ufuklar açar. Umarız da açar. Yoksa hem kendine hem de Türk futboluna yazık olur.


REHBER ABİ
İftiralar ve "Charter School"
Komplocuların komplosu tutmadı. Milletin gönlünde yer etmiş şahsiyetlere karşı girişilen her hareket sonunda ters tepecektir. Ancak iftiracılar iftira atmaktan geri durmayacaklardır. Bu bir bakıma onların karakterlerine işlemiş. Daha fazla onlarla ilgili kelam etmeye de gerek duymuyorum. Abiniz yeri geldikçe karalanmaya çalışılan okullar ve eğitim faaliyetleri ile ilgili bilgilendirmeye devam edecektir.

Tartışmaların en yoğun olduğu günlerde yayınlanan 32. gün programına katılan Nevval Sevindi Hanımefendi'nin sık sık telaffuz ettiği ABD'deki "Charter School " olayı daha önce de abinizin ilgisini çekmişti. Bu konuda bir yazı da yazmayı düşünüyordum. O programdan sonra bu düşüncemi vakit geçirmeden hayata geçirmeye karar verdim. Nevval Hanım'ın söylediği şeyleri sağ ve sol yanındaki 2 kişinin ve programa Ankara'dan katılan diğer 2 kişinin anlayabileceğini zannetmiyorum. Ama bu kavramı ilk defa duyan ve merak eden okuyucularım için kısa bir malumat vereyim.

ABD eğitim sisteminin problemleri, medyaya da yansıyan olaylar ve eğitimin kalitesinin düşüklüğü eğitimcileri, ilim adamlarını ve siyasetçileri uzun zamandır meşgul eden bir konu idi. Temsilciler Meclisi konu hakkında araştırma yaptırıp çeşitli raporlar hazırlattı. Özel okulların devlet okullarına karşı bariz derecede üstün olması, buna karşılık ücretlerinin yüksekliği en önemli problemlerden biri olarak karşılarında duruyordu. Bunun üzerine hayata geçirilmeye başlanan yeni bir proje ile devlet okulları tedrici olarak özelleştirilmeye başlandı. Pilot uygulama olarak önce birkaç eyalette başlayan uygulama zaman içerisinde bütün eyaletlere ve daha fazla sayıda okula yayılmaya başladı. İşin mantığı aslında basitti. Önce her bir eyalette tek bir öğrenci için devletin yaptığı toplam harcamalar tespit ediliyor. Dolayısı ile bir tek öğrenci devlete yıllık olarak kaç dolara mal oluyor, belli ediliyor. Bu rakam eyaletten eyalete değişebiliyor. Sonra özelleştirilecek devlet okulunu devralmak isteyenlerden şartları tutan bir kişiye okul devrediliyor. Bu kişi dışarıdan birisi olabileceği gibi bizzat okul idaresi de olabiliyor. Okul daha önce nasıl öğrenci alıyorsa, hangi çevreden öğrenci kayıt yapıyorsa yine aynı şekilde öğrenci alıyor. Ve bu öğrencilerle ilgili ücreti doğrudan belirlenen fiyatlara göre devletten alıyor. Öğrenci velisinden herhangi bir ücret alınmıyor.

Öğrenci velisi ekstra bir ödeme yapmadığı için memnun. Ayrıca okulun kalitesi arttığı için bu işten istifade ediyor. Devlet zaten yaptığı harcamayı yine yapıyor. Hiç olmazsa işin angaryasından kurtuluyor. Okulu işletenler ise taksitlerle, para toplamakla uğraşmıyorlar. Okullarının kalitesini artırıp ne kadar tercih edilir bir okul haline getirirlerse öğrenci sayıları ve otomatikman kazançları artacağından işe asılıyorlar. Sistem özet olarak böyle. Güzel değil mi?

Polis hırsızı nasıl yakalayacak?

Bu köşeyi şahsi işlerim için hiç kullanmadım. Ama önceki gün benim başıma gelenler herkesin başına gelebilir düşüncesi ile başta Üsküdar Emniyet Müdürlüğü olmak üzere herkesin dikkatini çekmek istiyorum.

Cuma sabaha karşı evime hırsız girdi. Sıcaktan dolayı açık olan balkon penceresinden giren hırsız tahminime göre çalar saatimin tam zamanında çalması üzerine panikleyip sadece giriş yaptığı odada çalışma yapıp kaçmış. Tabii yine de gereken zararı vermeyi ihmal etmeden. İyi bir vatandaş olarak etraftakilerin "polisi arayıp da ne yapacaksın? Bir fayda vermez ki!" sözlerine aldırmayıp hemen 155 acil servisi aradım. Anında bana en yakın karakolun telefon numarasını verdiler. Ben de orayı aradım ve "Hiçbir şeye dokunmadan buraya gelin" talimatını aldım. Hırsız cüzdanımı ortaya saçmış, kredi kartı, telefon kartı gibi bilumum kartları kanepenin üzerine dağıtmış ve asıl derdi olan parayı almıştı. Dağıtılan parçalardan biri olan ehliyetimi bir bez parçası ile tutup cebime yerleştirdim ve karakolun yolunu tuttum.

Karakolda ifadem alındı. Zabıt tutuldu. Eve eleman göndermek için görev başında olan polislerin gelmesi beklendi. Tam mesai dönüşümüne denk gelmiş olmalıyım ki gelen birkaç memur eve gelmeye yanaşmadı. İçlerinden birisi zaptı tutan diğer memura "Yahu, sen hasta mısın, 15 dakika sonra işim bitiyor." dedi. Bunun üzerine biz de saf saf yeni ekibin gelmesini bekledik. Yarım saati aşkın bir süre sonra geldiler.

Biri arabada bekleyen 3 polisten eve gelen 2'si etrafta hala dağınık bir şekilde bekleyen eşyalara hafifçe göz atıp hadisenin nasıl cereyan ettiği hususunda tahminlerde bulundular. Evimin kaç oda kaç salon olduğunu tespit ettiler ve gittiler. Evet yanlış okumadınız gittiler. Hatta topu topu 4-5 dakika süren bu işlem sırasında sabırsızlanan arabadaki memur aşağıdan gelip "Hadi yahu, hala bitiremediniz mi?" diye söylendi. Ne parmak izi, ne alt kattaki komşulara sorma ne de çevre araştırması yaptılar. Sadece ve sadece iş olsun diye baştan savma bir bakış yapıp gittiler.

Olayın üzüntüsünü zaten yaşamakta olan bendeniz şaşkınlıktan adamlara bir laf edemedim bile. Şimdi soruyorum; bütün hırsızlık olaylarına böyle mi bakılıyor? Polisin bu hırsızları yakalamaya niyeti var mı? Niyeti olsa bile nasıl yakalayacak? O gece aynı semtte en az 4-5 eve girildiğini de kendi çapımızda yaptığımız araştırmadan öğrendik. Yani organize bir durum söz konusu. Gel de şimdi söylentilere inanma! Ayrıca bu olay herkesin başına gelebilir diye de ders alınması gereken noktaları sizler için çıkardım:

-Havalar sıcak diye pencerenizi açık bırakıp yatmayın.

-Evinizin kaçıncı katta olduğu önemli değildir. ( Bizimki 3. kattı ve adam tırmanmıştı.)

-Burası filmlerde gördüğünüz ABD falan değil. Parmak izi falan alınacağını sanmayın.

-Emniyetin teknik bürolarında tanığınız varsa onlara haber verin. Belki yardımcı olurlar.

-Yanınızda fazla para taşımayın. (Özellikle ay başlarında maaş alınca.)

-Hırsızların yakalanacağını ve çalınan mallarınızın geri geleceğini ümit etmeyin.

-Her şeye rağmen böyle bir olay başınıza gelince de polise haber verip zabıt tutturmayı da ihmal etmeyin. Sonra da niye haber vermedin derler.

-Polis İmdat 155 ve Trafik İmdat 154 servisleri ne zaman aradı isem anında cevap vermeleri, yardımcı olmaları ve gereken noktaları not almaları ile bendenizden tam not almışlardır. Özellikle trafik canavarlarına karşı 154'ü kullanmayı ihmal etmeyelim.

Yazı günü

Bir kısmınız dayanamayıp sormaya başladılar: "Abi, yazı günleriniz cumartesi ve pazar değil miydi? İki haftadır sadece pazar günleri yazınız çıkıyor." Elhak, doğrudur benim sevgili zeki okuyucularım. Geçen haftaki yazım iradem dışında, bu haftaki yazım ise iradem doğrultusunda cumartesi günü çıkmadı. Ama dikkatinizi çekmiş olmalı, hangi cumartesi yazı yayınlanmamış ise o haftanın pazarı köşemiz normal ebatlarının 1,5 katı büyüklüğünde bir alanı kaplamakta. Geçen hafta reklam servisinin içtihadı ile bu durum yaşanırken bu hafta evime giren bir hırsız yazının cumartesi yayınlanmasını engelledi. "Hırsız nasıl engeller? " demeyin.

Bendeniz yazılarımı tam bir gün öncesinden yazmayı adet haline getirdiğimden Cuma sabahı yazımı yazmak için kalktığımda çalışma odama benden evvel birinin daha uğramış olduğunu, pantolonumun cebindeki tüm paramı, saatimi ve cep telefonumu almış olduğunu acı bir şekilde fark ettim. Olayın daha sonraki gelişmesini "Polis Hırsızı Nasıl Yakalayacak?" başlıklı paragrafta okuyabilirsiniz. Ancak orada anlatılan gelişmeler ve tabii ki bende oluşan moral bozukluğu yazıyı kaleme almamı engelledi. Dilerim bir daha bu tür hadiseler yaşamam.

Sorular

Son 3-4 haftadır şahsi soru cevaplamadığımı fark etmişsinizdir. Soru sorulmuyor değil. Ancak önceki haftalarda daha çok üniversite adaylarından soru gelirken son haftalarda öğretmen adaylarından, DMS'ye gireceklerden ve LES, TUS gibi sınavları düşünenlerden gelen soru sayısında artış var. Bu konularla ilgili olarak da soru soranların sorularının cevaplarının da içerisinde yer aldığı yazılara birkaç haftadır ağırlık vermiş durumdaydım. Dolayısı ile bizzat kişiye özel cevap yazmamı gerektirecek bir durum olmadı. Tabii ki ÖSS ile ilgili puan hesabı türünden soruları prensibim gereği cevaplamıyorum. Son günlerde artmaya başlayan tercihlerle ilgili sorulara da yeni yazılarımda cevap vereceğim.

İzin

Geçen sene bu zamanlarda abiniz yıllık iznini kullanıyordu. Tabii ki alışılmış türden izin ve tatil değildi bu. Abiniz sizin için gurbet illerinde geziyordu. Londra'da İngiliz eğitim sistemi üzerine yaptığı incelemeler tam manası ile bitmeden ÖSS'de yapılan değişiklikler üzerine apar topar ülkeye dönmüştü. İncelememi sene içerisinde de sürdürmek istemiş, bu maksatla Almanya, Hollanda, Belçika ve Fransa'da az da olsa turlamıştım. Ancak "Biz burada ÖSS'yi bekleyip kıvranırken abimiz oralarda geziyor, Eyfel Kulesi'nin tepesinden bizimle dalga geçiyor" şeklinde çıkarılan söylentiler üzerine o ilmi araştırmayı da tam manası ile bitiremeden geri dönmüştüm. İşte ey okuyucu, bu sene de aynı vakitler geldi çattı. Ancak üniversiteye girişle ilgili tercih mevsimi daha gelmedi. Ortaya ülke tarihinde olmayan yeni yeni sınavlar atıldı. Bütün bunları düşünen abiniz ağustostan evvel izin kullanmayı düşünmüyor. Yapılan bu fedakarlıktan ötürü özel olarak arayıp teşekkür etmenize gerek yok.


Hodri Meydan

Hasan Sutay Selahattin Karakış
Önce 'zil' şimdi de 'kart'
18 Nisan seçimlerinde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı kazanan yeni yönetimin bürokratları, tuhaf ugulamaları ile, basın mensuplarını ciddi ciddi düşündürüyor.

Burhan Özfatura zamanında yüzleri sürekli gülen ve istediği bürokrattan demeç alabilen belediye muhabirleri, yeni yönetimin seçilmesiyle yaşamaya başladıkları sıkıntıların bir benzerini, 1989 yılında Yüksel Çakmur döneminde yaşadı. O dönemde basın mensuplarına cephe alan belediye yönetimi ESHOT otobüslerinde basın kartlarını bile geçersiz saymış ve bazı gazetecilerle mahkemelik olmuştu.

İzmir'den arkadaşımız Ali Rıza Karasu anlatıyor: Yıllardır yakından tanıdığım Ahmet Piriştina, Ege Bölgesi Sanayi Odası'nda meclis üyeliği ve başkan vekilliği yaptığı dönemlerde ekonomi basınıyla sürekli sıcak ilişkiler kurmuştu. Tanıdığım tüm belediye muhabirlerinden öğrendiğim kadarıyla garip uygulamalar Başkanın Özel Kalem Müdürü 'Kaktüs Bar'ın sahibi Pakize Turan'ın tutumundan kaynaklanıyor. Önceleri odasına girenler için 'Zil bir defa çalarsa çay, iki defa çalarsa gazeteci geliyor.' uygulamasından sonra şimdi de herhangi bir konuda haber yapmak isteyen muhabirler, bilgi almak için sorularını yazılı olarak basın danışmanına, o da Pakize Turan'a veriyor. Muhabir, Pakize Hanım uygun görürse sorulara verilen cevaplarla yetinmek zorunda kalıyor.

Uygulama böyle olunca bazı gazetelerin muhabirleri sürekli kayırılıyor.

Tabi olayın faturası da Başkan Piriştina'ya çıkıyor.'

Dikkat virüs

Çernobil virüsünün bütün dünyaya verdiği zararın etkileri henüz silinmemişken, mail kutumuzda başka bir ihbar bulduk. Bir dostumuz bizi yeni ortaya çıkan bir virüs konusunda ikaz ediyordu. Gazetemizin kampanyası ile de bilgisayar kullanıcılarının sayısı bir hayli arttığı için biz de siz okuyucularımızı ikaz etmek istedik:

'Dikkat! Melissa benzeri (Hacı Şakir) ya da (Kezban Ana) adlı yeni bir virüs hızla dünyaya yayılıyor.

İnternet üzerinden bütün dünyaya yayılan yeni bir temizlik virüsü bulundu. Bu virüs çitileme şeklinde çalışıyor ve çok temiz sonuçları var.

Virüs bir bilgisayar kullanıcısına internet üzerinden geldikten sonra CPU üstünde köpürmeye başlıyor ve CPU'ya ilk günkü ipeksi dokunuş hissini veriyor. Bu hisle gaza gelen CPU overclock oluyor ve örneğin P-II 350 bir işlemciniz varsa bu aldığı gazla Kasımpaşa'dan aşağı 850 mhz'ye kadar çıkıyor. (Deplasmanda 1000 görenler varmış.)

Intel ve Microsoft'ta temizlik görevlisi olan bir yetkili bu virüsün bunca yıldır Microsoft'takilerin ellerini Hacı Şakir yerine sıvı sabunla yıkamalarına kıllanan bir Türk'ün yapmış olduğundan şüphelendiklerini söyledi.

Virüs e-maillerde attach olarak geliyor ve dosya adı Sabunla.exe. Kullanıcı tanımadığı birinden gelen e-mail'i açacak kadar salaksa virüs hemen aktivite oluyor ve önce 'ram'leri çitiliyor, sonra da keyboarda bulaşıp kullanıcıyı pırıl pırıl yapıyor. Bu arada mouse hareketlenip yere düşüyor. Kullanıcının bu durumda yapması gereken en son şey, mouse'u yerden almak.

İşte kullanıcı tam eğilip mouse'ı almak istediğinde bilgisayar kullanıcısının arkasına dolanıp hemen çift dalıyor ve bastırıp iki puanı kapıyor. Afganistan'da bu virüsün bazı 486 işlemcilerde çift dalmak yerine Ali Cengiz oyunu yaptığını söylüyorlar.

Virüsü temizlemek için bilgisayarınızın üstüne ılık su döküp, bekliyorsunuz.



SEKİNZİ GÜN
İDAMİ İDAM ETMEK

Öcalan'ın idam cezasına çarptırılmasıyla gündeme gelen "Asalım mı, asmayalım mı?" tartışması, konunun uluslararası boyutunu da yeniden gözler önüne serdi.

MEHMET YILMAZ

Öcalan'ın geçen hafta idam cezasına çarptırılması, Türkiye'de çeşitli tartışmalara yol açtı. Öcalan'ın yakalanması sonrası veya yargılama süreci öncesinde yapılmayan fikir jimnastiği, idam kararıyla birlikte medyada genişçe yer aldı; Öcalan'ı asmak mı yoksa beslemek mi Türkiye'nin yararınadır veya idam cezasını uygulayan mı yoksa uygulamayan mı daha demokratik bir ülkedir şeklindeki tartışmalardan idamın etik boyutuna kadar uzanan bir dizi görüş kamuoyuna yansıdı.

Elbette Öcalan'ı idam kararının siyasi boyutu var ve bu şimdilik konumuz dışında. Ancak etnik temizliklerin olduğu, okul katliamlarının yaşandığı, hiç uğruna insanların öldürüldüğü bir dünyada kolayca gözden kaçırılan bir husus idam cezası. Neden mi? Çünkü çok nadir olarak uygulanıyor.

ABD ve Japonya hariç demokrasi ile idare edilen büyük ülkelerde idam cezası kaldırılmış durumda. Doğu Avrupa, Afrika ve Latin Amerika'da henüz yeni yeni demokratik sisteme geçen ülkeler ise idam cezasını birbiri ardına kaldırıyorlar. Dolayısıyla günümüzde dünyanın büyük bölümünde idam cezası, bunca suç ve katliamlara rağmen hala barbarlık olarak kabul edilebiliyor.

İdamın şaşırtıcı serencamı

Tarihi açıdan meseleye yaklaşınca, ölüm cezası hakkında günümüze kadar yaşanan değişimin hayli şaşırtıcı olduğunu görüyoruz. İtalyan filozof ve reformcu Cesare Beccaria'nın 1764 yılında yazdığı ünlü "On Crimes and Punishments" adlı çalışmasında ölüm cezasının kaldırılması yönünde bir teklif vermesinden bu yana idam cezası hep tartışıla geldi. İdama karşı çıkmayı bir dava haline getirenler, bunu köleliğin kaldırılması gibi diğer büyük 'aydınlama' projelerinin bir ikizi olarak kabul ettiler. Buna karşın pek çok liberal reformcu ise, her ne kadar köleliği benimsememesine rağmen, haklı durumlarda ölüm cezasını kabul edilebilir olarak gördüler.

Son 30 yılda uluslararası kamuoyunun idam cezasının kaldırılması yönünde, köleliğe karşı çıkanların yaklaşık bir yüzyılda elde ettiği başarıdan daha kısa bir zaman dilimi içinde önemli zaferlere imza attıkları da aşikar. 1965'de sadece 12 ülke idam cezasını tamamen kaldırmış, 11 ülke de bunu barış zamanındaki adi suçlar için iptal etmişti. Halbuki, Uluslararası Af Örgütü'nün yayımladığı son rakamlara göre günümüzde 68 ülke, idam cezasını tüm suçlar için ortadan kaldırırken 14 ülke de adi suçlar için bu cezayı askıya almış durumda. 23 ülke ise son 10 yılda idam cezasını uygulamadıkları, ayrıca bundan sonraki infazları askıya alan uluslararası antlaşmalara imza attıkları için fiilen ölüm cezasını kaldırmış görünmekte.

İdam rekortmeni Çin

Yine aynı rapora göre 1998 yılında toplam bin 625 idam cezası gerçekleştirildi. Bunun bin 67'si Çin'de, 100'ü Kongo'da, 68'i ABD'de ve 66'sı da İran'da infaz edildi. Görüldüğü gibi Çin, diğer ülkelerin toplamından çok daha fazla insanı idam etmekte. Ortadoğu ülkelerinin pek çoğunun da idam cezasını çok az başvursalar da kaldırmadıkları görülüyor.

Buna karşın, dünyanın birçok bölgesinde idam cezasını uygulamak, aforoz edilmek anlamı da taşıyor. Mesela, AB üyesi ülkelerin tamamında idam cezası kaldırılmış durumda ve teşkilat söz konusu cezanın tüm dünyada kaldırılması için de resmi bir politika takip ediliyor. 41 üyeli Avrupa Konseyi de idam cezasını, 1995'ten beri 'üyelik için üzerinde müzakere edilmesi bile gerekmeyen bir konu' olarak görüyor.

Uluslararası eğilim nasıl?

Son 25 yılda ortalama olarak senede bir veya daha fazla ülkenin idam cezasını kaldırdığına şahit olunmakta. 1998'de Azerbaycan, Bulgaristan, Estonya ve Litvanya bu kervana katıldılar. BM insan hakları komisyonu ise geçtiğimiz Nisan ayında idam cezasıyla ilgili olarak dünya çapında bir moratoryum çağrısında bulundu. Pek çok üye ülke bu teklifi desteklemesine karşın aralarında ABD'nin de bulunduğu birkaç ülke; Çin, Endonezya, Japonya, Pakistan, Ruanda ve Sudan buna karşı çıktı.

Tabii ki burada ABD'nin tavrı çok önemli. Neredeyse uluslararası bir mutabakatın olduğu bir konuda ABD'nin ısrarla idamı savunması bir çelişki olarak algılanıyor: Nasıl olur da ABD gibi insan haklarına saygılı ve demokratik bir ülke idam cezasını uygulayabilir? Elbette, ABD'nin ölüm cezasına olan bu yaklaşımına getirilen temel eleştiri noktası, dünyanın en özgürlükçü ülkesi olarak kendini gören bir ülkenin baskıcı toplumlarla kendini aynı kefeye koyması.

Ancak ABD örneğinde dikkat çekici nokta şu: ABD'de her yıl on binlerce adam öldürme vakası meydana geliyor ve yaklaşık 500 sanık ölüm cezasına çarptırılıyor. Ülkede, ölüm cezasının yeniden uygulanmaya başladığı 1976 yılından bu yana 500'ün üzerinde kişi idam edildi ki bu rakam 1997'de toplam 74 kişi olarak gerçekleşti.

Diğer ayrıntı ise söz konusu idam rakamlarının işlenen suçlara göre çok küçük oranda olması. Mesela, istatistikler 1983-1993 yılları arasında ABD'de her sene ortalama olarak 22 bin cinayet vakasının gerçekleştiğini gösteriyor. Bunlardan yalnızca 2 bin ila 4 bin arası vaka, idam cezasını gerektirecek kadar korkunç olaylar. Yargılama sonucunda bu sanıklardan 250'si idam cezasına çarptırılmış. İlginçtir, söz konusu kişilerden sadece ve sadece 22 kişinin cezası infaz edilmiş. Dolayısıyla, bir katilin yakalanması, hakkında dava açılması, mahkum olması ve ardından da idam edilmesi binde 1 gibi bir orana tekabül ediyor.

Asıl tartışılması gereken

Bu durumda ölüm cezasının, suçların önünü almak için uygulanabilecek caydırıcı yasal yollardan biri olup olmadığı tartışması çıkıyor. Kanaatimizce Türkiye'de asıl tartışılması gereken konu budur. Türkiye, gelir dağılımın adil olmadığı, insanların büyük bir bölümünün fakirlik sınırında yaşadığı, toplumu bir arada tutan ahlaki değerlerin dejenere edildiği, çok küçük bir kesimin yaşadığı hayatın topluma ideal bir tarzmış gibi dayatıldığı bir ülke haline geldi. Böyle bir ülkede, yargının yavaş işlemesi, hak arayanların bunu gayri meşru yollardan telafi etmeye çalışması da işin cabası.

Sonuç olarak Türkiye'nin hızla artan suç oranını asgari seviyeye çekmek için bundan sonra idam da dahil ne gibi ciddi önlemler alabileceğini tartışması gerekiyor. Öcalan hakkında verilen karar nihayetinde infaz edilecek, ancak bu tartışmada meselenin sosyal boyutu da gözden kaçırılmamalı. Türkiye bunu en azından gelecek nesiller için yapmalıdır.


Barak, önce kimin elini sıkacak?

CUMALİ ÖNAL

Ortadoğu barış sürecinin son ümidi İsrail'in çiçeği burnunda başbakanı Ehud Barak, uluslararası platformda yeni kimliğiyle ilk olarak hangi liderle el sıkışacak? ABD Başkanı Clinton mı, Filistin Devlet Başkanı Arafat mı, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek mi? Tüm bu isimler İsrail için olmazsa olmaz derecesinde önem taşıyan ve Ortadoğu barışı için de ismi zikredilmeden geçilmeyen liderler.

Ama Barak, hükümeti kurduktan sonra tüm bu liderlerden önce Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile el sıkışacak.

Tabii, daha koalisyon hükümeti kurulmadan ve hükümet programı belirlenmeden ve de yurt dışı randevuları alınmadan ve yurt dışından gelen randevu taleplerine cevap verilmeden, Demirel'in İsrail'e gerçekleştireceği bu baskın ziyaretin (Her ne kadar Demirel'in eski dostu İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizzman davet etmiş olsa da) tarihinin belli olması, her ne kadar Türk kamuoyuna fazla yansımasa da İsrail'de çok anlamlı bulunuyor.

Ya Suriye Türkiye'ye yönelirse?

İsrail kamuoyuna göre 14 Temmuz'da gerçekleşecek olan bu ziyaretin en kısa yoldan anlamı Barak'ın iktidara gelmesiyle İsrail-Suriye yakınlaşmasının Türkiye'ye menfi yansımalarını en asgariye indirmek. Onlara göre Demirel Barak'la masaya oturduğunda ilk önce Netanyahu döneminde en parlak günlerini yaşayan Türk-İsrail yakınlaşmasını sürdürüp sürdürmeme niyetini sorgulayacak. Daha sonra da muhtemel Suriye-İsrail görüşmelerinin bu mutlu beraberliği nasıl etkileyeceği konusunda fikir jimnastikleri...

Muhtemel bir İsrail-Suriye anlaşması bölgede çok büyük değişimler doğurabileceği gibi Türkiye'yi de çok yakından etkileyecek. Özellikle Lübnan'da bulunan yaklaşık 30 bin Suriye askeri ile İsrail işgali altında bulunan Golan tepeleri civarındaki Suriye birlikleri böyle bir anlaşma ile Türkiye sınırına kaydırılabilir mi? Böyle bir emrivaki Türkiye ile Arap dünyasını karşı karşıya getirir mi?

Yani kısacası Türkiye-İsrail ilişkilerinin balayına çıktığı 1996'nın mart ayında İsrail'e ilk ziyaretini gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Demirel'in şimdiki ziyareti çok daha ayrı bir önem taşıyor.

Hava sahamızda İsrail uçakları

Aslında şu anda da ilişkiler parlak bir dönemde bulunuyor. Daha önce imzalanan anlaşma ile uçsuz bucaksız Türk hava sahası İsrail uçakları tarafından kullanılıyor. Yani İsrail uçakları Türkiye'yi kullanarak hem Suriye'yi arkadan kuşatabiliyor, hem de korkulu rüyası Hizbullah'ın arkasında olduğunu iddia ettiği İran sınırına kadar ulaşabiliyor. Yani bu şekilde Suriye ve İran hakkında daha rahat istihbarat elde edebiliyor.

Erbakan hükümeti döneminde bile hiç aksamayan iki ülke arasındaki askeri ilişkiler neticesinde İsrail Türkiye'ye elinde bulundurduğu füze, helikopter ve uçak teknolojilerini verebileceğini de belirtti. Böylece ilk kez İsrail başka bir ülkeye silah teknolojisi sırlarını vermeyi kabul etti.

İsrail'in Apo korkusu

Aslında Türkiye ile bu kadar yakınlığı az daha İsrail'in başını ağrıtacaktı. Öcalan'ın yakalanmasında Türkiye'ye yardım ettiği iddiasıyla PKK yandaşları tarafından hedef ülke haline gelen İsrail, Öcalan'ın İmralı'daki yargılanması sırasında ismini zikretmemesiyle bu beladan kurtuldu(!).

İsrail'in bulaşmaktan korktuğu Apo'yu yıllarca destekleyen Suriye ise ABD tarafından ablukaya alındığını fark ederek bir an önce çareyi onu sınır dışı etmekte buldu.

Böylece Türkiye'den gelecek baskıları hafifleten Hafız Esad, Ürdün Kralı Hüseyin'in ölümü ve yeni Kral Abdullah'ın da kendisine sıcak mesajlar vermesiyle bir anlamda bu ablukanın ikinci ayağını da biraz olsun kırmayı başardı. Zaten Abdullah'ın bu yıl sonunda ABD, Türkiye ve İsrail ile ortaklaşa düzenlenmesi planlanan tatbikattan çekildiği öne sürülüyor.

Kısacası önümüzdeki günler Ortadoğu barışı için çok sıcak geçecek ve başrolde de Suriye oynayacak.

Hazuli

Ha şööle be...

İsmail Cem ile Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgos Papandreu diyalog sürecini başlatmışlar. Haber bizim servise gelince 'Ohh be, nihayet' sözleri dökülüvermiş dudaklarımdan. Arkadaşlar 'sen zaten Helen hayranısın' diyerek dalga geçtiler. Ama ben işi ciddiye aldım. Hemen serviste Yunan basınını tarayan arkadaşların yanına oturup hadiseyi mahallinde tetkik ettim. Bir de ne gördüm dersiniz. Meğerse bir dünya aksilik olmuş görüşme öncesi. Belki de 'bunların hepsi hayra alamettir' diyeceksiniz.

Yorgos, görüşmeye Boston'dan gelmiş. On dört yaşındaki oğlu orda okula gidiyormuş. Adam geri dönecek; ama, uçak bulamaz. Oraya buraya bakarlar. Ama nafile, uçaklarda yer yok. Bazı aklı evveller yürümeyi önerir. Yorgos kızar. Çünkü Amerika'da mesafeler yürümekle aşılmaz. Adam o kadar sene Amerika'da okumuş, bilir. Derken son anda bir trende yer bulurlar ve bizim Yorgos görüşmeye kan ter içinde yetişir. Yunan Dışişleri'ndeki ikinci adam ve Kıbrıs asıllı Yannis Kranidiotis de başbakanı Simitis'le birlikte Arjantin'in başkenti Buenos Aires'teymiş. O da oradan gelecek; ama, aksilik bu ya, o da uçak bulamaz. Sonunda Yannis bir kargo uçağıyla gelir. Ardından bir diyalog süreci. Üstelik terör konusu da tartışılacakmış. Yani sizin anlayacağınız 'bundan iyisi Şam'da kayısı'.

Bunca aksilikten sonra yapılan görüşmeden ihtiyatlı da olsa 'olumlu' bir hava çıkması beni sevindirdi doğrusu. Belki de arkadaşlar 'Helen hayranı' diye diye beni etkilediler. Bir adama kırk kere deli derseniz ne olur? Bu haberleri alınca hemen Yunan işleri uzmanlarından birini aradım. Adam devamlı Yunanistan'ı eleştiren değerlendirmeleriyle tanınır. Aslında içimden adama 'nanik' yapmak ve 'hadi geçmiş olsun' demek geliyordu. Haberi bir nefeste anlatıp, 'efendim, siz ne düşünüyorsunuz ?' demeye kalmadı, adam konuşmaya başladı. Gene de 'sizin senaryolar biraz tutmadı galiba... Bey' lafını araya sokuşturdum.

'Yaa, bu Türk basını işte böyle' diye söze başladı. Ben uzmanın 'benim kurduğum senaryoları yanlış anlamışsınız' kabilinden laflar edeceğini düşünürken, tam tersine şeyler söyledi. Bir şey diyemedim. Nutkum tutuldu. 'Bak kardeşim, bu laflarımı bir tarafa yaz, ileride lazım olacak.. bundan da bir şey çıkmayacak' diye girdi söze. Kafamı karıştıran bir dünya hikaye anlattı. Meğerse Yorgos bizim Cem'le New York'ta görüşürken Yunan Savunma Bakanı ve Türkiye hakkında her konuşmasında ağzından bal akan (!) Çohacupulos da Tahran'da bir savunma paktı görüşmesini tamamlamış. İran, Yunanistan ve Ermenistan bir savunma paktı oluşturacak ve buna Rusya da dışarıdan destek verecekmiş. 'İnanmazsan, bunu medyatik Yunanistan uzmanına da soruver' dedi. Yani adam hala 'inadım inat' havasında. Ege'nin iki yakasının dostluğunu istemiyor gibi. Ama benim de kafamı karıştırdı. Ya söyledikleri doğruysa...

İşin garibi Yunan basınındaki ihtiyatlı olma kat sayısının daha da yüksek olması. Yunan gazetelerinin baş sayfasında çıkan bir karikatürde Cem'le Yorgos oturmuşlar. Yorgos ihtiyatlı ve 'sadece ticari konuları konuşabiliriz' diyor. Cem hemen atlayıp 'tamam anlaştık, adalara ne kadar istediğini' söyle diyor. Vaziyet işte böyle. Ben bu diyalog işini tam çözemedim. Üstelik bu konuda 'bir bilen' de yok. Ama yine de hayırlısı...

HAFATANIN DİĞER YÜZÜ

HAFTANIN FIKRASI:

Motoru arızalandığı için hızla düşmeye başlayan uçakta beş kişi varmış. Pilot, Bill Clinton, Dalai Lama, Boris Yeltsin ve bir genç. Pilot, "Maalesef dört tane paraşütümüz var ve biri bende" diyerek uçaktan atlamış. Clinton da, "Dünyayı Saddam ve Miloşeviç gibi diktatörlerden korumak için insanlığın bana ihtiyacı var" demiş ve bir paraşütle atlamış. Yeltsin elinde votka şişesi ile sendeleyerek; "Rusya'nın da ABD'den aşağı kalır yanı yok. Üstelik şimdi hatırladım; kabineyi bu ay değiştirmeyi unutmuşum" deyip 'paraşütle' atlamış. Dalai Lama gence, "Evlat, senin önünde uzun ve güzel yıllar var. Paraşütü al ve kendini kurtar" demiş. Genç gülmüş: "Endişelenme dede, şu an iki paraşütümüz var. Çünkü Yeltsin benim sırt çantamla atladı!"

HAFTANIN TEKLİFİ:

Rusya'da "Lenin'i gömelim mi gömmeyelim mi?" tartışması sürerken, LDP lideri Vilademir Jirinovski, ilginç bir teklif ortaya atarak, "Lenin'i yakalım" dedi. SSCB lideri Vilademir İlyiç Lenin'in gömülmesi için oluşturulacak bir komisyona girmek istediğini söyleyen Jirinovski, "19 Ağustos'ta Lenin'i gömelim. Cenaze işlerini yürütecek kadroya girmeye hazırım. Biz onu yakarız. Küllerini de Petersburg'daki Volkova mezarlığına gömeriz. Bu süre zarfında Komünist Parti lideri Zuganov ev hapsinde tutulmalı" dedi. Devlet Başkanı Boris yeltsin ve kilise, Lenin'in gömülmesini istiyor; ancak komünistler buna karşı çıkıyor.

HAFTANIN KÜSKÜNÜ: AB'nin yeni Dönem Başkanı Finlandiya ile "lisan krizi" yaşayan Almanya, Almanca'nın resmi dil olarak kabul edilmemesi nedeniyle, AB Konseyi'nin bakanlar düzeyindeki gayrı resmi toplantılarını boykot edeceğini açıkladı. Finlandiya Başbakanı Paavo Lipponen ile temas kuran Almanya Başbakanı Gerhard Schröder, Almanca'nın AB'nin resmi lisanı olması için mücadeleyi sürdüreceklerini belirtti. Finlandiya ise, Konsey toplantılarında İngilizce, Fransızca ve Dönem Başkanlığı lisanının kullanılacağını, Almanya'nın ayrıcalık elde etme çabalarının engelleneceğini belirtiyor.

HAFTANIN SÜRÜNGENİ: Kanadalı araştırmacılar, dünyanın en eski deniz sürüngeni fosilini buldular. Vancouver Province gazetesine göre, Kanada'nın Vancouver bölgesinin 800 kilometre kadar kuzeyindeki Fort St. Johnson yöresinde 220 milyon yıllık deniz sürüngeni fosili bulundu. Köpek balığını andıran fosilin, 22 metre boyunda olduğu ve fosilin çıkarılması işleminin ağustos sonunda tamamlanacağı kaydedildi. Araştırmacılar, bulunan fosilin "İktozor" türüne ait olduğunu belirttiler.




ZAMAN ]lk Sayfa
© 1998 Feza Gazetecilik A.^.