Cüneyt Ülsever / 24.06.1999- Hürriyet

Bir toplumsal paranoya örneği...
Türkiye'nin sanal gündemine sürekli yerleştirilen krizleri şu olguları birlikte ve aynı anda irdelemeden anlamak mümkün değildir;

1) Ankara üzerinden yaratılan rant ekonomisi ile varlığını ikame ettiren işbirlikçi kapitalizm (crony capitalism) son yıllarda gücünü devamlı artıran ve bağımsız müteşebbis ruhu ile hareket eden Anadolu sermayesi karşısında duyduğu korkuyu her geçen gün daha fazla paranoya olarak üretmektedir.

2) Anadolu sermayesinin kültürel ve sosyal boyutta dayandığı referansın en güçlü dayanağı İslam'dır.

3) Son yıllarda devletin bazı önemli aygıtları görev tariflerinin dışına çıkarak kendi aralarında iktidar kavgası vermektedir.

4) Devleti yönetme anlayışında hákim öğe millete rağmen milleti yönetmektir. Bu anlayış büyük çapta dini zararlı bir unsur olarak gören ve insanın aklı ile her sorunsalı çözeceğine inanan akılcı gelenektir. Ancak, bu gelenek son zamanlarda kendi içinde karşıtlarını da üretmektedir.

5) Bölgemizde ABD-Almanya ikileminde postmodern, ancak aktif bir hükümranlık mücadelesi yaşanmaktadır.

6) Yukarıda sayılan unsurlar çeşitli kombinasyonlar içinde kurdukları ittifaklar çerçevesinde kıyasıya bir mücadele içindedirler.

Öte yanda demokrasi "bir arada yaşama sanatıdır" ve bu sanatı icra edebilmek için sadece ve sadece 3 umdede "örtüşen mutabakat" gereklidir;

a) çoğunluğun dediği olur,

b) azınlığın hakları bakidir, ve

c) kimse kimseye dayatamaz.

Bu üç kurala uyan herkes istediği gibi davranmak ve düşünmek hakkına sahiptir. Bu kurallara uymayan unsurlar ise karşılarında herkese aynı mesafede durmak zorunda olan devlet aygıtını bulur.

* * *

Gelelim Fethullah Hoca kasetlerine. Bu kasetlerde geçen sözleri yorumlamak için bazı malum konuları yeniden ilan etmek gerekiyor:

1) Ülkemizin geleneğinde merkeze tepkiler birer halk dini olarak gelişmiş tarikat ve cemaatler ile yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bu unsurlar millet indinde entellerin o pek beğendikleri sivil toplum örgütlerinin gerçek temsilcileridir. Ancak aynı temsilciler Osmanlı'nın yerleştirdiği devlet geleneği içinde, bazı istisnaları hariç, devlete alternatif olmak iddiasında olmamışlardır.

2) Fethullah Hoca cemaati ideoloji (inanç) boyutunda güçlü bir İslami içtihada (yoruma) dayanır.

3) Bu yorum Bediüzzaman Said Nursi'nin içtihadından yola çıkar. Said Nursi'nin çeşitli siyasal denemeleri hüsranla bitmiştir. Bu tarihi ders, evrimsel gelişimi içinde, medeniyet lokomotifine binebilmek için tek yolun Batı'nın ilmini İslam'a kazandırmayı hedefleyen bir miras bırakmıştır.

4) Her ideoloji (komünist, liberal, sosyal demokrat vb.) gibi bu cemaatin de gönlünde bir vuslat günü (G-day) vardır.

5) Ancak bu iktidar günü, bazılarının alıştığının tersine topla-tüfekle Ankara'nın fethi değildir. Bu fetih ilimle irşad olmuş gönüllerin İslam geleneğinde toparlanmasıdır. Açıkçası, hedef bir zihniyet evrimidir!

6) İktidardan darbeyi anlayan zihniyet ise geleneğinde gönüllere-zihniyete hitap ederek egemen olmayı, daha doğrusu egemenliği millete teslim ederek onun temsilcisi olmayı hiç bilmediği için her türlü sivil hareketten ürkmektedir. Bunun için hep bir umacı yaratarak ve milleti bu umacıdan koruyarak meşruiyet kazanmaktadır.

Son umacı Fethullah Hoca cemaati Türkiye Cumhuriyeti'ne hayırlı olsun!

 

Ardan Zentürk / 24.06.1999-Dünya

Ankara'da fırtına

Medyanın, ortaya atılan bir kaset sonrası infaza varan habercilik tarzını giderek gelenekselleştirmesini bir kenara koyalım... O ayrı bir konu...

Öncelikle, aydınlatılması gereken, kasetlerin menşeidir.

Eğer bu kaset, devlet arşivlerinden çıkarılmışsa durum vahimdir...

Eğer devletin ilgili birimleri, bu konuşmayı bu süre içinde kendi özel kasalarında, günü geldiğinde kullanılmak üzere saklamışlarsa ortada devlet anlayışı bakımından suç teşkil edecek bir durum vardır...

Mesut Yılmaz, belki de son yılların en önemli çıkışlarından birini yapmıştır...

Devlet, istihbarat gücünü, santaj, gerçeklerin üstünü örtme ve tuzak amaçlı kullanamaz...

Fethullah Gülen olayına kadar yaşanılan bu konudaki gelişmeler, kamuoyunda tele-kulak skandalı olarak adlandırılan bir dizi gelişmenin, devletin içindeki bazı unsurlardan kaynaklandığını gösteriyor. Devletin ilgili birimleri ellerinde bu tür bilgiler varken, nasıl bu ülkenin cumhurbaşkanını ve başbakanını kişisel ilişkileri nedeniyle uyarmazlar?.. Böyle bir durumda, ortadaki tuzağın, "herkese karşı" olduğu gibi bir izlenim doğacaktır...

Türkiye Cumhuriyeti normal, çağdaş bir hukuk devleti midir, yoksa güçlerini, sokaktaki insanın anlayamayacağı birtakım denge hesapları içinde mi kullanmaktadır?..

Eğer tablo, yukarıda ortaya çıkandan farklıysa, derhal, ilgili devlet kuruluşları düzeltici açıklamalarını yapmak zorundadırlar...

 

Gülay Göktürk / 24.06.1999- Sabah

Devleti ele geçirememek

Şu "devleti ele geçirmek" suçlamasının, bu kadar sık ve bu kadar yoğun gündeme gelmesi bir şeyleri kanıtlamıyor mu sizce?

Malum, kendinize ait olan bir şeyi ele geçiremezsiniz; ancak sizin olmayan bir şeyi ele geçirebilirsiniz.

Demek ki, toplumun o kadar geniş bir kesimi devleti "kendisinin" olarak görmüyor ki, ele geçirmek için sürekli faaliyet halinde. Demek ki bizim devlet, o kadar geniş bir kitleyi dışlamış; üstünde yükseldiği toplumdan o kadar kopmuş ki, gün aşırı "ele geçirilme" tehlikesi atlatıyor!

Bunda bir gariplik yok mu?

Elbette var ve bu gariplik, bugün Fethullah Gülen kasedi dolayısıyla yine gündemde olan şu "devleti ele geçirme" kavramı üzerinde biraz düşünmeyi gerektiriyor.

Bana kalırsa Türkiye'nin sorunu, devletin ele geçirilmesi değil, ele geçirilememesidir. Bir zamanlar devleti ele geçiren bir zümrenin, bunu ilelebet sürecek bir imtiyaz olarak görmesi, bu imtiyazı kimseyle paylaşmaya razı olmamasıdır. Sorun, toplumda varolan değişik eğilimlerin, toplumsal güçlerin, hatta sandıktan çıkan hükümetlerin bile, bir türlü devleti ele geçirmeyi başaramamasıdır.

***

Aslında devleti ele geçirmeye çalışmayı suçların en büyüğü olarak ortaya koyanlar, her şeçimin devletin büyük oranda el değiştirmesi için yapıldığını da unutmuş görünüyorlar. Unutmakta da haklılar, çünkü Türkiye'de böyle bir şey olmuyor. Meclis el değiştiriyor, hükümet el değiştiriyor, yani milli irade değişiyor ama, devlet aynı zümrenin elinde kalıyor ve bütün temel meselelerde milli irade ne derse desin o zümre bildiğini okumaya devam ediyor.

Oysa, demokratik devletlerde, sivil toplum içinde varolan her türlü gücün, politik toplumda yansımasını bulması doğaldır. Devlet, toplumdan ve toplum içindeki güçlerden bağımsız, tepelerde bir yerlerde konuşlanmış bir varlık değil, o toplum üstünde yükselen bir organizmadır. Sivil toplum içindeki her güç, her eğilim, beğenelim ya da beğenmeyelim, politik toplumda da yansımasını bulabilmelidir. Zaten, politik toplumla sivil toplumun ayrılmazlığı da buradadır. Devlet ancak toplumla kurduğu bu organik bağlar sayesinde canlılık ve dinamizm kazanır. Dini örgütlenmeler, cemaatler ve tarikatlar da sivil toplumun bir parçasıdır ve onların da, kendi Türkiye projelerini hukuk düzeni içinde ve yasal sınırlar dahilinde, devlet katlarına taşıma hakları vardır.

Peki bunu gizli kapaklı bir biçimde yapabilirler mi?

Gülen Cemaati'nin devlet içindeki kadrolaşma faaliyetinin gizli kapaklı bir biçimde yürütmesini ihanet olarak görenlerin, önce şu soruya cevap vermesi gerekir: Türkiye'de bir yargıç, bir vali ya da bir general, göğsünü gere gere Fethullah Gülen Cemaatine mensup olduğunu deklare etme özgürlüğüne sahip mi? Bunu deklare ederek devlet içindeki görevini sürdürebiliyor mu?

Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün olmadıkça, bir Fethullahçıyı, Fethullahçı olduğunu gizleyerek devlet içinde yükselmeye kalktı diye suçlamaya hakkımız olamaz.

Kaldı ki, bir cemaat mensubunun aidiyetini deklare etme özgürlüğünün olmaması, sadece kişisel bir özgürlük kısıtlaması değil, toplumu da ilgilendiren bir kısıtlamadır. Çünkü bu durum, toplumun o aidiyetle o makamın bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda fikir beyan etme hakkını da ortadan kaldırır.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra özetle söylemek gerekirse, suç olan, devleti ele geçirme çabası değil, bunu silahlı bir ayaklanmayla, bir darbeyle, yani şiddet yöntemiyle, zora dayanarak gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bu suçun unsurları oluştuysa, Fethullah Gülen Cemaati de yargılanır ve cezalandırılır. Ama suçun unsurları oluşmadıysa, yani şiddet yoluyla bir iktidar değişikliğinin delilleri ortada yoksa, böyle bir faaliyetin bizim hoşumuza gitmemesi, onun suç olduğunu göstermez.

Bundan gerisi politik ve ideolojik bir mücadele konusudur.

 

Can Ataklı / 24.06.1999-Sabah

Nereden nereye

Fethullah Gülen basının önde gelen kalemlerini "hoşgörü toplantısına" davet etmişti. Toplantı sonunda birkaç yazar "ismen davet edilmenin" onurunu taşıyarak Gülen'le özel bir odada bir araya gelmişti. Her nasılsa genç bir gazeteci kız (galiba Milliyet muhabiriydi) içeri dalmış ve "Fethullah Bey, size bir şey sorabilir miyim?" demiş. "İsmen davet edilen" yazarlar ertesi gün bu olayı köşelerinde yansıtırken "Acemi kız, koca dini lidere Fethullah Bey diye hitap ediyor, O'na Hocaefendi deneceğini bilmiyor" diye yarı kızgın yarı alaylı ifadeler kullanmışlardı.

Şimdi aynı kişilerin ya da çalıştıkları gazetelerin "Fethullah Gülen Hocaefendi"den sadece "Fethullah" diye söz ettiklerini görünce insanın içi tuhaf oluyor.

 

Şahin Alpay / 24.06.1999-Milliyet

Gülen'in kasetleri

Fethullah Gülen 'in "devleti ele geçirip şeriat devleti kurmak" amacıyla Taliban ile ilişki kurduğu, hem KGB hem CIA'nın hizmetinde çalıştığı, 3 bin intihar komandosu ile 2 bin ABD diplomatik pasaportlu öğretmeni bulunduğu gibi iddiaların gerçek olup olmadığını bilmeme imkan yok. Ancak okurlarımın, hakkında olumlu görüşler dile getirmiş bir yazar olarak, Gülen'in "kasetleri"ni nasıl yorumladığımı merak ettiklerini sanıyorum.

Gülen, hoşgörü ve diyalog çağrısıyla 1995 yılında kamuoyunun önüne çıktı. Çeşitli kutuplaşmaların Türkiye'nin güçlü bir piyasa demokrasisi olma çabalarını kösteklediğini düşünen biri olarak, söylediklerini çok dikkate değer buldum: "Demokrasiden dönüş olmayacaktır. Bağnazlık, müsamahasızlık terk edilmeli. Türkler müsamahalı, bağnaz olmayan bir İslam anlayışı geliştirdi. Din, politikanın konusu yapılamaz. Maalesef Türkiye'de bunun zararlarını yaşıyoruz. Müslümanlar için en geniş ibadet özgürlüğü Türkiye'de mevcut, çünkü demokrasi var. İman başörtüsünde değil, kalptedir. İnancı akla, bilime dayandırmak gerekir. Aklı, rasyonalizmi ihmal edemeyiz, çünkü bilimin temelidir..." Bunlar, hele cemaat lideri bir din adamından geldiğinde, Türkiye için fevkalade olumlu görüşlerdi. Bazı siyasiler, hatta resmi ağızlar, azınlık dinlerine mensup yurttaşlara karşı kin ve nefreti tahrik eden beyanlarda bulunurken, Gülen'in dinler arasında kardeşliği telkin eden söz ve davranışları ise ziyadesiyle takdire şayandı.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı 'nın daveti üzerine 1996 sonbaharında başka meslektaşlarla birlikte, cemaatin Özbekistan ve Türkmenistan'daki okullarını gezdim. Okullar, bu ülkelerdeki (Türkiye'dekinden de katı laik) yönetimlerin desteği ve gözetimi altında çalışıyordu. Türk, hatta dünya kültürünü buralara taşıma konusunda önemli bir iş yapıyorlardı. Faaliyetleri Türkiye devletinin bilgi ve denetimi dışında değildi. Evsahipleri okullardan memnundu. (Aynı memnuniyeti 2 hafta önce Moğolistan devlet ricalinden de dinledim.)

Gülen'in kurdurduğu okullar, medya kuruluşları, şirketler, vs ile dinsel geleneğe dayalı "cemaat"ini, "cemiyet"e; yani modern temelli ilişkilere taşıdığı kanaatine vardım. Gülen'in kendisini, başka meslektaşlarla birlikte, iki kez dinledim; söylediklerinde bir sahtelik hissetmedim. Cemaatin başkalarını da faaliyetlerine katma gayretkeşliğini, dağıtılan manasız ödülleri, tarikat ve cemaatlerin kanunen yasak olduğu bir ülkede "korunma" kaygısına bağladım.

Kasetlere gelince: Bunların Gülen'in ikiyüzlü davrandığına, "takiyye" yaptığına dair kanaati yaygınlaştıracağına; sözlerinin değerini sarsacağına kuşku yok. Ama bir din devleti kurmaya yönelik ayaklanma hazırladığını ispata yeteceğini sanmam. Niçin bekletilip şimdi piyasaya sürüldüler? Neden kovuşturmaya yetkili makamlara değil de medyaya teslim edildiler? "İrtica tehdidi" istismar mı ediliyor? Bunlar cevaplayabileceğim sorular değil...

Gülen'e karşı kampanyanın ondan ödül alan Cumhurbaşkanı ve ona itibar eden Başbakan ve eski başbakan da dahil olmak üzere hemen bütün siyaset sınıfını hedef alan yönü ise sivil yönetim açısından ziyadesiyle kaygı verici.